25 Ağustos 2015 Salı

“İmaret de Güzellerin Yoludur”

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal, pire berber iken, birileri Çankırılının beşiğini tıngır mıngır sallar iken, aşağıdan:

– Tutun ha, vurun ha..! diye bir gürültü kopmaz mı?

– Eyvah, dedim. Şimdi bunlar susmazlar, uyuyan devi uyandırırlar..

İki kalktım, bir hopladım. İzmir, Çankırı arası 700 km’ yi bir çırpıda atladım.

Baktım; bir kuru kalabalık.

– Nereye gidiyorsunuz böyle, dedim.

-İmaret de güzellerin yoluymuş, ‘güzel bakmaya’ gidiyoruz. Dediler.

Çayır, çimen geçerek, lale sümbül biçerek, soğuk sular içerek ve de ötelerden gazel okuyarak İmaret yolcularının ve “hık” deyicilerin arasına katıldım ben de!

Pireye vurdum palanı yedi yerinden çektim kolanı..

Tozu dumana kattım vardım gittim, Hancı İsmail’in İmaretteki hanına, oradan bir at aldım dorudur diye, o at anlıma depti geri dur diye…

Böyük Caminin minaresini belime soktum borudur diye…

Taş Mescid’e attılar beni delidür diye…

O yalan bu yalan fili yuttu bir yılan; Bu da mı yalan?

Çocukluğumuzda bize böle masallar anlatan rahmetli babaannem, dedi ki; bu onun eski huyudur…

Bereket inandılar şimdilik beni saldılar.

Neyse uzatmayalım masala başlayalım.

 

“İmaret de Güzellerin Yoludur”

Ben Çankırılı Bir Eşeğim. Evet, ben Çankırılı meşhur bir eşeğim. Öyle bildiğiniz eşeklerden bellemeyin. On beş yıllık çilekeş yaşamımdan sonra, yaklaşık iki yüz yıldır payandalarla da olsa ayaktayım, hala çok şükür. Son yıllarda camekana bile koydular beni, eğer yolu düşüp de ziyaret edeniniz varsa, Tuz Mağarasının girişinde beni görmüş olmanız gerekir. Tuz Mağarasına gelip de karşımda temenna etmeden geçeni bu güne kadar henüz ben görmedim.

Geçip giden ömür sahnemden hal-i pür melalimi dinlemek ister misiniz?

Tuz Mağarası o zamanlarda özel idareye aitti, o nedenle devletin kadrolu eşeği olurum.

Pipolu, papyonlu, eyyamcı ve mahalle muhtarı bile olamayacak nice ilbay paşalar, nice şehreminiler, nice mebuslar karşımda temenna ederek, arz-ı hörmetlerini bildirmişlerdir.

Nice yontucular, piyanistler, hocalar, okul bebeleri geldi geçti önümden. Benimle hatıra fotoğrafı çektirmeden gideni hiç mi hiç olmadı! Öyle meşhurum yani…

Piyanist dedim de aklıma geldi, geçmiş yıllarda eski İlbay Paşanın marifeti ile bizim mağarada piyano resitali verildi, iki yüz yıllık ömrümde ne ben, ne de Çankırı, Çankırı olalı böyle zulüm görmemişti, arkadaş…

Devletin kadrolu eşeği olmayı, öyle kolay bellemeyin, ne Ünür’ün küfürbaz eşeğine, ne Kavra’nın kibar eşeğine, ne Boyalcanın datlı su taşıyan çilekeş eşeğine, ne de Şeerin  arpası bol verilen dik kulaklı eşeklerine benzemem. Merzifon eşeğinin benim yanımda esamesi bile okunmaz.

Boru değil bu! Tuz Mağarasının kadrolu eşeği dedin miydi, şöyle bir geri duracaksın. Suyu geçerken geri geri basan inatçı eşekler gibi önce bir dineleceksin, geriye doğru.

Ayrıcana ümük dokuz boğumdur. O nedenle iyicene düşünüp, tarttıktan sonra ve de diyeceğini bir çırpıda söyledikten sonra benimle muhatap olacaksın arkadaş, hem ben senin ilen muhatap olacak mıyım bakalım, o da var.

Neyse, sadede gelelim bi yol.

Henüz kadroya geçtiğim ilk yıllardaydı, sahibim “Elekçi İbram” (İbram kadrolu değel) Çarşamba sabahı, gün ışımadan, ben diyiyim elli okka, siz diyin yüz okka kaya tuzu doldurulmuş telisleri, kaşı gözü kağşamış semerimin iki yanına sarar, Köse Hoca sabah ezanına çökmeden, İbram ilen ben Boyalca’nın kaşına varırdık.

Uzaktan şeer görünür, ışıkları ıldır ıldır parıldamaya başlardı. Şehre gidiyorum diye bende bi gayret, bi gayret sormayın gitsin. Acı çaydan geçerken inadına suyun gözüne, gözüne, en derinine girerdim, Acı Çay tuza doymuş doyacağı kadar, bizim yükten de ecücük yalayıp alsa, yükümüzü hafifletse ne olur? Acı Çay’da feraset ne arasın..?

İmaret’te, Tuzcular Arastası’na yükü indirdiğimizde, İbram yularımı üzerime attı mıydı, artık akşama kadar serbestim. Gezer dolaşırım Çankırı’nın kesme taşlı sokaklarında, çoğu zaman yolu İmaret’e düşürürüm.

Arasta’daki Kuşçular Kahvesinde yaren ağanın birisi (adı Metin) elinde saz ha bire; “İmaret de Güzellerin yoludur” diye türkü çığırır durur, sanki başka türkü bilmez gibi. Ben ise kavrukluğuma, bir deri bir kemik halime bakmadan, gözleri sürmeli şeerli bir sıpa hayal eder, görür müyüm acaba diyerek, İmaret’ten ayrılmam, hani gözellerin yoluymuş ya İmaret. Arar dururum, sıpa gözlü şeerli bir eşek.

Ne Abalı’nın sıcak hanı, ne samanın üzerine serpilmiş bir avuç arpa, aklıma gelir. Unuturum açlığı, yorgunluğu…

İmaret ile Odunpazarı arasında, avara, avara dolaşırken birden; Uzun yoldan İmarete doğru, nallarını şakırdata, şakırdata gelen bir şeer eşeği ilişti gözüme, hiç bizim oranın eşeklerine benzemiyor. Sanki Yapraklı Yaylasında başpehlivanlığa soyunmuş yiğit gibi etrafa çalım satıyor. Kulakları dik mi dik. Sırtında bir palan var ki, benim sırtımda ki semer denilen çul çaputtan utanır gibi oldum bir an, kadrolu olmanın cesareti ile sordum;

-Efendi ağa nerden gelir nereye gidersin? Yiğitliğine, pehlivanlığına, maşallah, nazar değmesin inşallah…
Pehlivan yapılı şeer eşeği, meğersimiyormuşcasına yukardan aşağıya önce bir güzel süzdü beni… Sonra nameli bir anırma ile gürledi…

-Bire samanı az gelmiş kavruk, sen benim kim olduğumu biliyor musun?

Fısıltı halinde;
– Adını bağışla pehlivan… Diyebildim sadece…


-Ben ki, ilbay paşalara, şehremaneti başkanlarına, baş ağalara hizmette kusur etmemiş bir eşeğim. Yediğim arpa önümde, yemediğim yonca ardımda, Senin ne ağzına benim adımı sormak! Benim soyum-sopum ismim cismim belli. Sen kimsin? İn misin, cin misin? Önce onu diyiver hele, dedi.

– Aman diyeyim pehlivan, sen amanı bilir misin? Ben tuz mağarasının garip, zavallı bir eşeğiyim, devletin kadrosuna güvenerek sana sual ettiydim. Affet pehlivan… Diyerek aşağıdan almaya çalıştım…

-Hah şöyle yola gel dedi… Yapraklı Yaylasında başpehlivanlığa soyunmuş kılıklı şeer eşeği…

-Sen ne ararsın burada ‘kavruk’? Diye sordu…

-İmaret güzellerin yoluymuş ya, acaba kısmetime bi güzelde bana düşer mi? Bana “evet” diyecek bir şeer eşeği var mıdır? Diye bakınmaktayım sağa sola ağam, dedim.

Pehlivan yapılı şeer eşeğinin, anırtılı kahkahası tüm İmareti inletti.

İmaret Camisinin altındaki Çift Yıldız Şekercisinden, Şekerci Fikri’nin küçük oğlu ‘meraklı’ Cahit şeker kazanını bırakarak önlüğüyle ne oluyor diye fırladı dükkandan. Hoşafçı’nın matbaasında, Kadir Börekçi’nin fırınında, Eldivan kahvesinde, İmaret Taksi durağında, imarette kim varsa deprem oluyor diye dışarıya seğirttiler. Anırması geçince, iri dişlerinin arasından kıs kıs gülerek…

-Seni kandırmışlar, yiğidim, aradığın güzelleri buralarda bulamazsın. Sen var git mağarana dön, tuzlu, tuzsuz samanını ye, devlet kadrosuna da fazla güvenme, gün gelir birde bakmışsın tekaüt’e ayırıverirler. Buralarda da fazla dolaşma, senin için iyi olmaz, diye nasihat etti.

Korktuğumu, çekindiğimi fazla belli etmemeye çalışarak;

-Allahaısmarladık pehlivan, diyerek, selamımı verdim, sıvıştım…

Ama içimden bunu saymıyorum yakında yine görüşeceğiz elbet ‘Şeer Eşeği’ diyerek, tuz mağarasına dönmek için “İbramı” aramaya başladım…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder