Rahmetli babaannem onlardan bahsederken daima "kızlarım" der,
"kızlarım" diye severdi. Evde farklı bir ayrıcalıkları olduğunu bugün
daha iyi anlayabiliyorum. Kendi çocuklarından ve hatta torunlarından
ayırmadığı gibi sanki onlara olan sevgisi daha bir başkaydı.
Babaannemin bu kızlarından büyüğünün adı Hacer’di. Koyu esmer, siyah gözlü bir karasığır malıydı Hacer. ”Kaşında çifte lamelif, gözünde kudretten yazı”[1] var mıydı? Çok iyi hatırlamıyorum ama burnunun ıslaklığının pırıl pırıl yaldızladığını biliyorum.
Yıllar sonra, Hacer’in bir kızı oldu, duman renginde, bu özelliğinden dolayı babaannem onun adını "Duman" koydu.
Duman
tüm çelimsizliğine rağmen, nazenin bir eda ile arastadan alınmış iri
mavi boncuklardan oluşan bir kolyeyi, külte inci gibi taşırdı boynunda.
Nazar değmesin diye anneden kızına kalan bu iri mavi boncuklu kolyeyi
aile yadigarı olarak halen saklarım.
O yıllarda, Simenta, Hoştayn
ve Montofon cinslerinin isimleri duyulsa da pek gören olmamıştı Çankırı
da, günde otuz, kırk kilo süt verdikleri söylenirdi bu ithal ineklerin.
Oysa Hacer ve Duman öylemiydi?
Karasığır
malıydı her ikisi de, anaları, babaları Çankırı topraklarında doğup
büyümüştü. AB ve ABD’den gelenler gibi otuz, kırk kilo süt veremeseler
de, helalinden günde beş, altı kilo süt sağılırdı her ikisinden.
Çeç’inden
ayrılmış saman, Yenice Köyden çift koşulmuş at arabası ile özel olarak
gelir, samanlığın gözüne dökülür, oradan da samanlığa yaba ile
doldurulur, fazla yer kaplamaması içinde üzerine çıkıp bir güzel
çiğnenirdi. Samanı elemek, taşından toprağından ayırmak için, damın
duvarındaki çivide asılı kalbur ve gözer yerli yerinde dururdu her
zaman.
Sadece Hacer ve Duman için, Yenice Köy özündeki tarlaya
yonca ektirirdi babaannem, soğuk alıp işkembelerini üşütmemeleri için,
önce gölgede döndüre döndüre bir güzel kuruturdu yoncayı, sonra nacakla
ince ince kıyar, Hacer ve Duman’ın kışlık erzakını depolardı, damın kuru
bir köşesinde.
Afurdaki samanın üzerine serpilecek bir avuç arpanın çuvalı dururdu bir köşede.
Şehir ineği oldukları için, “ho, ho, ho”
diye sığıra katılmazdı Hacer ve Duman. O nedenle de, mal, davar
sahiplerinin sığır çobanın dağarcığındaki azığa bazlama, küpecik peyniri
ve soğanın cücüğü gibi erzak koymak derdi, telaşesi yoktu şeerde.
Damdan
çıkmazdı Hacer ve Duman, kışın soğuğundan yazın sıcağından ve
büveleğinden etkilenmezlerdi. Tüm bu hazırlanan törensel ziyafete ve
gösterilen ihtimama rağmen, daha öncede dediğim gibi günlük verdikleri
süt miktarı beş, altı kiloyu geçmezdi. Nede olsa karasığır malıydılar.
Ama evde haftanın yedi günü süt, yoğurt, peynir eksik olmazdı, boldu.
O günlerde karasığır mallarının verdikleri süt azdı belki, ama bereketliydi. Nedenini annemden yeni öğrendim.
“Cuma Sütü”
Haftanın
altı günü sağılan süt evin ihtiyacı için ayrılır, tek bir gün, Cuma
günü sağılan süt ise evde kullanılmaz, komşulara dağıtılırmış ve o
nedenle bu komşu hakkına “Cuma Sütü” denirmiş.
Karasığır
mallarından sağılan sütün az ama bereketli olmasının nedeni sanırım bu
günlerde unuttuğumuz, komşuluk ve paylaşmak değerleri ile ilgili olsa
gerek.
“Cuma Sütü” gibi geleneklerimizi tekrar hatırlamamız dileğiyle.
Alıntı: [1] Atilla İlhan-Öküz şiirinden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder