Bu yaşıma geldim önünden bile geçmemiştim. Uzağına yakınına
uğramamıştım. Semtine bile yanaşmamıştım. Sanki kara bir delik gibi
beni içine çekeceğinden mi korkuyordum, nedir? İki ay önce korkunun
ecele faydası yok dedim, vardım gittim dayandım kapısına, kapı bir değil
iki değil.
Büğelek tutmuş gibi bende bir kıpırtı başladı, yerimde
duramıyorum. Döne, döne gireceğim kapı aranıyordum ki, birden karşıma
benim gibi şaşkınlara alışkın kapı görevlisi çıktı, buyur etti.
“Hacet kapısı bu yanda beyim senin gibi alışkın olmayanları bu kapıdan içeriye alıyoruz” dedi, kapıcı başı.
Şaşkınlığım
ve korkum henüz geçmemişti. “Özür dilerim efendi ağa dedim. Ben hacet
gidermek için gelmedim buraya” diyebildim usulca. İçimden de;
“Görmediğin elekçisi senin nene gerek! Otur oturduğun yerde, bu yaşına
kadar görmedin, girmedin de ne oldu? Bundan sonra görsen, girsen ne
olacak” dedim. Korkuyor muydum ne?
Oysa ölmeden önce yapmam
gerekenleri sıralamıştım geçenlerde, ilk on’da burası da vardı. Halbuki
yanından geçmekten korkuyordum, “içine beni de çeker” diye, kabusum
olmuş rüyalarıma giriyordu.
Hani ak saçlı dedeler vardır ya
rüyalara giren, son günlerde onlardan birisi de bana musallat oldu, Ak
saçlı dedenin elinden düşürmediği, üzerinde birkaç deliği olan uzunca
bir kamış vardı. Dede arada bir kamışı üflüyor, çubuktan çıkan sesin
feryadı ile tam mest oluyordum ki, kamışı bırakarak, bir şeyler
söylemeye başladı, kulağımı iyice açtım ve dinlemeye koyuldum.
Ak saçlı dede tirada başladı.
Kime sordumsa seni, doğru cevap vermediler;
Kimi …, kimi ….., kimi ……! Dediler. (Dede fısıltıyla konuştuğu için buraları iyi duyamadım)
Künyeni almak için, partiye ettim telefon,
“Bizdeki kayda göre, şimdi o mebus!” dediler…
Bunları
da duyunca aldı mı beni bir merak, aldı mı bir merak sormayın gitsin.
Korkuyu, kamışı unuttum, ucunda ölüm yoktu ya “anasını satayım”
girecektim, “geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan büyük kapıdan”
Vara
vardım Ankara’nın Dikmen’ine, Dikmen'den aldım bir arsa, arsada bir
kaya, kayaya dayandım, yokuşun başında durdum, şapkamı yere vurdum,
sağıma baktım, soluma baktım, işte oradaydı, tam karşımda geniş kanatlı
hacet kapısı, seçimden seçime adam yerine konanların girdiği kapı.
Tam
dalıp girecektim içeri, ‘dur bakalım efendi ağa’ dedi yiğitten biri.
‘Randevun var mı, randevun?’ dedi. ‘Randevun ne ola ki hemşerim, ben
Çankırılıyım he mi de içinden, randevu yerine geçer mi?’ dedim. Bıyık
altından güldü, kapıya kapı olan yiğit. ‘Ankara’nın Çankaya’sı mı?’
dedi. O an kan beynime sıçradı, beni bir ateş bastı ki, ağustosta Sarı
Baba’nın sarı sıcağında, güneş altında, helva-ekmek gözleyen Sarı Baba
bebelerine döndüm. Gözlerimi belerttim, kravatı gevşettim, tam bayramlık
ağzımı açıyordum ki, karşıdan tanıdık bir sima peyda oldu. Gülen
suratlı bir ağabey, melül mahzun bana bakıyordu. Peltek konuşması ve
Isparta şivesi ile ‘Hoş geldin İbraam Bey’ dedi. Ben biraz mahcup biraz
hayretle, içimden ‘ben ne günah işledim, beni böyle sınamaya
kalkıyorsun Allah’ım. Yumurtaya can veren rabbim, hikmetinden sual
olmaz, vardır bir hikmeti.’ dedim
‘Gel dedi’ gülen
suratına aşina olduğum ağabey. ‘Bak ben mebus oldum. Sana Meclis-i
Mebusan’ı gezdireyim’ dedi. Dokuz metrekarelik odasını gösterdi. Büyük
ve de şaşalı makamlara alışkın olduğunu bildiğimden “buraya nasıl
sığacak” diye hayıflandım. Halbuki o alışıktı, etrafındaki dalkavuklara,
ihale takipçilerine, çaycılara, bacanaklara ve de sektirmezdi dereleri
çatılı kiraz bahçelerinde, yıldızlı tepelerde piliçleri, tavukları. Bu
daracık odasında zor günler bekliyordu onu. Sanki birazcık da yorgun,
yaşlanmış gibiydi.
‘Acıktınız mı?’ dedi.
‘Sabahlayın sıkı
cana kahvaltı ettiydim, daha acıkmadım’ dedim. Çok ısrar edince; ‘su
baylı içeyim’ dedim. Oysa garnım gurulduyordu. Meclis-i Mebusan’ın
aşevinin methini çok duymuştum. Burada yiyon içiyon para vermediğin gibi
üstüne diş kirası bilem alıyormuşsun. “Ucuz etin yahnisi yavan olur
derler”, ben buna “bedava yemeğin hazmı zor olur” diyeyim de siz anlayın
gayri. Hem burada yemek sonunda hazım için Çankırı işi ekşili bamya da
yokmuş. Buranın çalışanları daha Çankırı’nın adını bilmiyor ki ekşili
bamyasını nerden bilsin.
Ahdettim, cehdettim, yemedim içmedim,
gelmişken şu Meclis-i Mebusan’ın bir de helasını görsem nasıl olur,
akıllara seza, dedim. Zaten beni ilk karşılayan kapı görevlisi de
demişti; ‘burası hacet kapısı’ diye.
Gördüğüme inanamadım. Burada
yiyen içenler, önce nasıl olsa bedava diye alguna döker gibi mideyi
dolduruyorlar. Sonra, vay ki vay bu ne azamettir. Bu kadar yemeye
içmeye, bu kadar kavi mideye böyle hela oluyormuş demek ki.
Aha şu
gözlerimle gördüm. Yalanım varsa iki gözüm önüme baksın. Buranın
helaları mebus odasından büyük, ortasında kocaman bir taş ve taşın
ortasında benzetmek gibi olmasın böyük adam kafası büyüklüğünde bir
delük. Bir an gözümün önünde İmaret’deki, Müflis Tepesi’ndeki belediye
helaları geldi, onların da algun delikleri adam kafası kadardı,
benzetmek gibi olmasın.
Peltek dilli ağabeye önce onun anladığı
dilde ‘bay bay’ çekecektim, sonra; ‘Allahaısmarladık, mebusluğunuz
hayırlı olsun, inşallah bir daha görüşmeyiz’ dedim. İçimden de, ‘Allah
muhannete muhtaç etmesin, yokluğunu da göstermesin’ diye geçirdim.
Dilime
pelesenk oldu, tespih çeker gibi ‘Ne Şam’ın şekeri, ne Şam’ın şekeri’
diye diye kendimi zor attım Dikmen Kapısından dışarıya.
Ankara’nın Dikmen’i mi? Bir daha zor görürsün Meclis-i Mebusan’da sen beni.
Kıyısından bile geçmem.
Harikasın
YanıtlaSil