28 Ağustos 2015 Cuma

Noel Baba mı? Yaren Ağa mı?

"Hayrola efendi ağa bu da nereden çıktı" diyenleri duyar gibiyim. "Giren çıkan yok, sadece yeni yıl girmeden çıkan eski yılın bir hesabını görelim, adettendir" diye şey ettiydim. Yaren Ağa ile Noel Baba’yı mukayeseli olarak irdeleyelim istedim.

Örneğin, mesela, (bu eş anlamlı iki kelimeyi ardı ardına kullanan akıl danelerini pek sevdiğim için onları hatırlama babından kullandım, aman diyeyim beni de o makule taifesinden bellemeyin, aman diyeyim, siz amanı bilir misiniz?)

Neyse sadede gelelim, önce Noel Baba ile Yaren Ağa’nın benzer yönlerini sıralayalım.

İkisi de Anadoluludur. Noel Baba Antalya’nın Demre kazasından, Yaren ağa ise has Çankırılı olup, tıpkı Noel Baba gibi Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yerine dağılmış ve sevilmiştir.

İkisi de kırmızı sever ve de giyer. Yaren Ağa'nın kartal kanatlı cepkeni ve poturu sim işlemeli kırmızı çuhadan halis muhlis Bursa işidir.

Noel Baba'nın başında etrafı beyaz şeritli kırmızı bir kukuleta, Yaren Ağa'nın başında ise eleğim sağma renklerinde poşu bağlanmış kırmızı fes vardır.

İkisi de göbeklidir. Yaren Ağada yaş ve baş ağalığa doğru rütbe arttıkça göbek çevresi de genişler. Kış gelip ocaklar yanmaya başladığın da her akşam, takım yemeğine kaşık salladığı için, ne hazım içtiği ekşili bamya kâr eder, ne de kıvrak oyun havası ile ortalıkta dönelemek. (Kim duymuş, köçek gibi dönelemek dediğimi? Durduk yerde icat çıkarmayın, benim dertsiz başımı derde sokmayın)

Noel Baba'nın elinde zil, Yaren Ağa'nın elinde ise zilli maşa bulunur. Her ikisi de zil çalar oynar.

Kendini evde kalmış hisseden kızın türküsü “işin yoksa un ele dur” demek istediği gibi yaren ağaların yan yata yata hep beraber el çırparak “Ha un ele hah ha da. Ha dönele hah ha da” dedikçe, yaren ağalar kasnaklarını un eler gibi sağa sola çalkalar. Unun sağa sola saçılması önemli değildir. Onlar için her yer kendürüktür.

Yaşını başını almış, her bir yeri ağarmış yaren ağanın türküsü ise; “Mahim vardır mahim vardır. Kokulmadık gülüm vardır. Sekişi mahime benzer” diye başlar.

Yaşını başını almış, her bir yeri ağarmış yaren ağa ağır, ağır ve seke, seke oynayarak genç yaren ağalara hünerini gösterir. Ağarmaktan gittikçe Noel Baba'ya benzemeye başlar.

Noel Baba bu döneleme ve kasnağı sallama konusunda, Yaren Ağa karşısında pek acemi kalır. Aslında Çankırı'ya uğrayıp, usta yaren ağalardan ders alması gerekir.

Birkaç gündür ulusal medyada; 'Noel Baba adam olsa bacadan girmezdi!’ geyiği dolaşıyor. Geyik dedim de aklıma geldi, malum Noel Baba'nın geyiği vardır, gideceği yere geyikle gider. Noel Baba'nın geyiği varsa, bizim Yaren Ağa'nın ise eşeği vardır.

Eşek dedimse, Tuz Mağarasındaki Çankırı’nın sembolü, kadit olmuş eşeği bellemeyin. Yaren Ağa'nın eşeği ona benzemez, onun eşeği, Yapraklı Yaylasında başpehlivanlığa soyunmuş, şeerin arpası bol gelmiş dik kulaklı eşeklerindendir.

Her ikisi de TV'ye çıkmaya pek heveslidir. Hadi Noel Baba senede üç beş gün görünür, televizyonlarda, bizim yaren ağa ise; televizyoncunun uzattığı hıyara, tuzu bendedir diye sarılır. “Açtırmayın kutuyu söyletmeyin kötüyü” yeni yıla girerken ağzımızın tadı bozulmasın.

Noel baba ile Yaren Ağa adam olsalardı kırmızı giymezlerdi.













(Fotoğraftakiler: Belediye Meclis Üyesi olmak derdinde olan bir kısım Çankırlıı tarafından, Maraş Dondurmacısı Kıyafeti giydirilip, Başağa ilan edilen, Ankara Büyük Şehir Başkanı ve Pursaklar Belediye Başkanı) (Başkan-Ağalar ne giydiklerinin farkında değil)

“Bir taş attım gitti deyiverdi kilisenin çanına…"

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Cin Padişahı ile Kambur

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal, pire berber iken, birileri Çankırılı'nın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, aşağıdan:

- Tutun ha, vurun ha!  diye bir gürültü kopmaz mı?

- Eyvah, dedim. Şimdi bunlar susmazlar, uyuyan devi uyandırırlar..

İki kalktım, bir hopladım. İzmir - Çankırı arası yedi yüz kilometreyi bir çırpıda atladım.
Baktım; bir kuru kalabalık. 

- Nereye gidiyorsunuz böyle, dedim.

- Hak aramaya gidiyoruz, dediler.

- Hak değirmende olur, dedim.

Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek, soğuk sular içerek ve de hariçten gazel okuyarak katıldım bende içlerine, vardık “güçcük” şehrin birine. Aradık taradık, hakkımızı bulduk.

Meğer o da pire değil miymiş?

Pireye vurdum palanı yedi yerinden çektim kolanı..

Karıncaya bindin deveyi kucağıma aldım

Tozu dumana kattım vardım gittim, Bastaklı'nın Hanına, oradan bir eşek aldım şeer eşeğidir diye, o eşek anlıma tepti geri dur diye...

Büyük Cami'nin minaresini belime soktum borudur diye…

Taş Mescid'e attılar beni delidir diye…

Çocukluğumuzda bize böyle masallar anlatan rahmetli babaannem, dedi ki; “bu onun eski huyudur”

Bereket inandılar şimdilik beni saldılar. 

O yalan bu yalan fili yuttu bir yılan; Bu da mı yalan?

Var varanın, sür sürenin, baykuşu çoktur viranenin, destursuz yaran ocağına girenin…


CİN PADİŞAHI İLE KAMBUR
 
Havada tozan un zerrecikleri ile etraf beyaza kesilmiş, tavandan sarkan örümcek ağları bile una belenmişti. Ağır işiten kulaklarına rağmen, hissedebiliyordu, dünyanın merkeziymiş gibi dönen değirmen taşı üzerinde ritim tutan tahta kolların tıkırtılarının kesildiğini.

Boş un çuvallarından yapılmış,  köşesinden, yeykinerek kalkmaya çalıştı, dışarıya çıktı.
Üç dört adam boyu yükseltilmiş arkın altından geçerken, çarkların kanatlarına çarparak savrulan sularla ıslanan zeminde kaymamak için, tahta bacağını öne atarak ilerledi. Savakta yeterli su olmadığını görünce, “yine bendi yıktı bu haytalar” diye geçirdi içinden, hafifçe gülümsedi.

Her zaman böyle olurdu, ne zaman taşın üzerindeki tahta parçalarının tıkırtısı kesilse anlardı bendin yıkıldığını, kızamıyordu çocuklara.

O akşam değirmende tek bir konuğu vardı, değirmencinin. Bu konuk kısa boylu, gençten, iki büklüm yürümesine sebep olan, irice bir kamburu sırtında semer gibi taşıyan birisiydi. Adeti değildi değirmencinin misafirlerine sorgu, sual etmek. Nerden gelip nereye gittiğini sormadı. Allah ne verdiyse beraber yediler, gece yarısına doğru kambur adama değirmenin köşesinde yatacağı yeri gösterdi.

-Allah rahatlık versin, dedikten sonra uzaklaştı yanından.

Yol yorgunu olan kambur, derin bir uykuya dalmıştı. Gece hayli ilerlemişti, yakınlardan gelen bir gürültü ile uyandı. Değirmen taşının olduğu taraftan sesler geliyordu. Zifiri karanlıkta, seslerin geldiği yöne kulak kabartmaya çalıştı. Çalgı, çengi seslerine karışan ve aynı nakaratla söylenerek devam eden; “Çarşambadır Çarşamba, ne zaman gelecek Perşembe” diye el çırpma sesleri duydu. Tam o tarafa doğru yönelmişken, el çırpıp dans ederek ve “Çarşambadır Çarşamba, ne zaman gelecek Perşembe” diye hep aynı nakaratı tekrarlayanlarda onu fark ettiler. Davet ettiler eğlencelerine, biraz korkarak biraz çekinerek katıldı aralarına, şaşkın bir vaziyette etrafını izlemeye başladı.

Bu güne kadar gördüğü insanlara benzemiyordu bu dans edip eğlenenler, kimi uzun kimi kısa, kimisi zayıf, kimisi şişmandı. Elbiseleri eleğimsağma rengindeydi. Paçaları ile etek uçları, dans edip döndüklerinde garip sesler çıkaran ziller ve küçük aynalarla süslenmişti. Biraz daha dikkatli baktığında, hepsinin ortak bir özelliğini fark etti, bu yaratıkların tenleri şeffaf ve pembe bir bulut gibiydi. Derilerinin altında, damarlarında dolaşan mavi kan çok rahat görülebiliyordu.

Değirmen taşı üzerine taht misali kurulmuş olan ve bu gurubun lideri olduğu her halinden belli olan, en süslüleri, el ederek onu yanına çağırdı. “Çok inceliyorsun, çok mu merak ettin bizleri?” dedi.

Başını önüne eğerek cevap vermedi kambur, korkmuyordu ama ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.

Bu merakını değirmen taşı üzerinde oturan, neşeli gurubun yaşlı ve şişman liderleri giderdi:

-Biz bu değirmenin cinleriyiz. Ben bunların ve bu memleketin padişahıyım. Biz her ay sonu bu değirmende düğün yapar, yer, içer, şarkı söyler eğleniriz. İnsanlar burada, buğday öğütür, gelir geçer ama bizi göremezler. Sen uyanık birisine benziyorsun, aramıza katılmak ister misin, der cin padişahı ve kamburu sofraya davet eder.

Yatmadan önce yediği, değirmencinin ayrana ıslatılmış kuru ekmeğinden sonra bu mükellef sofra karşısında dayanamaz, karnını bir güzel doyurduktan sonra, ortada dans, edip şarkı söyleyen cinlerin arasında bulur kendini. Onlarla beraber dans etmeye başlar ve hep beraber tekrarlanan; “Çarşambadır Çarşamba, ne zaman gelecek Perşembe” sözleri ile el çırpar, güler, eğlenir.

Sabahın ilk ışıkları ile beraber, Cin padişahı kamburu yanına çağırır:

-Bre kambur kardeş, sağ olasın bize ne güzel uyum sağladın, sanki kırk yıllık cin gibisin, dile benden ne dilersen, demiş.

Kambur ne diyeceğini bilememiş, ilk aklına gelen kamburundan kurtulmakmış:

-Cin Padişahı, sultanım, beni sırtımdaki şu semer görünümlü kamburumdan kurtarırsanız size minnettar kalırım, demiş.

Cin padişahı; “Ortalık fazla aydınlanmadan hele yamacıma doğru gel” der ve ayaklarının ucuna secde eder gibi eğilmesini ister.

Kambur, cin padişahının ayaklarının dibine, iki dizi üstüne çöker. Cin padişahı, kamburun semer gibi olan sırtını daha önce hiç duymadı bir dilde sözler söyleyerek, ovalamaya başlar. 
Bu ovalamalarla iyice gevşeyen kamburun bir an gözleri kapanır, başı önüne düşer. Sesler kesilmiştir, ayağa kalkar, sağına soluna bakar, hiç kimseyi göremez.

Sabah ışığının değirmenin beyaz toprak zeminine düşürdüğü gölgesine bakar. Bir de ne görsün, kamburu yok, uzanabildiği kadar eliyle sırtını yoklar, gerçekten kamburu yok.
Doğduğu günden beri bir semer gibi taşıdığı kambur yok olmuştur. Kamburdan kurtulmanın sevinci ile değirmenciye “Allahaısmarladık” bile demeden, çıkar gider.

Günlerce yürüdükten sonra, köyüne ulaşmış, kambur olduğunu bilen dostları başından geçenleri merak etmişler, o da değirmende o gece yaşadıklarını bir bir anlatmış.

Bu hikayeyi dinleyenlerden birisinin de, kambur bir arkadaşı varmış. Koşa koşa gitmiş, duyduklarını ona anlatmış.  Bunu duyan ikinci kambur, yola koyulmuş, günlerce gittikten sonra değirmeni bulmuş. Değirmenciye selam sabah vermeden, geçmiş köşeye, hamur teknesinin içine oturmuş, sabırsızlıkla gece yarısını beklemeye başlamış. Cin padişahının tüm avanesi ve hempaları toplanmış, Cin Padişahının baş sallayıp, işaret vermesiyle başlamışlar, çalıp söylemeye, ikinci kambur, davet beklemeden girmiş aralarına, cinler daha şarkıya başlamadan, daha önce duyduğu tekerlemeyi söylemeye başlamış:

Çarşambadır Çarşamba, ne zaman gelecek Perşembe, diye.

Oysa cinler, cin padişahının emri ile bu nakaratı tersten söylüyorlarmış. “Perşembedir Perşembe, ne zaman gelecek Çarşamba” diyerek.

İkinci kambur, bildiğini okumaya devam etmiş. Cin padişahı ve cinler ne kadar kızsalarda belli etmemişler. Sabahın ilk ışıkları değirmenin, örümcek ağları ile kaplı camsız penceresin yüzünü gösterdiğinde, kambur Cin padişahının, “Dile benden ne dilersen” demesini beklemeden, dalkavukluk ederek önünde secdeye varmış. Cin padişahı kamburun bildiği dilde; “El el epelek, epeleğin yarısı, yumurtanın sarısı, hapbel, hüpbel, yarel sarel, sen gir, sen çık” demiş.

Cin padişahı bunları der demez, ortalığı beyaz bir duman kaplamış tüm cinler dumanın içine girip, “poof” diye kaybolmuşlar. Kambur kamburundan kurtulmanın sevinciyle kalkmış secde ettiği yerden, gölgesine bile bakmadan çıkmış dışarıya, günlerce yürümüş varmış köyüne,  doğruca kahveye koşmuş. Onu görenler hayret ve şaşkınlıkla bakıyorlarmış.
Meraklılardan önce ona bu hikayeyi anlatan arkadaşı, sormuş; Ne oldu sana böyle?”

Kambur gülümsemiş;

O değirmene gittim, dediklerini bir bir yaptım, artık ben de kurtuldum kamburumdan” demiş.

Arkadaşı; Bre şaşkaloz dön de aynaya bir bak: “kambur kambur üstünde, tümü de laf ebeliği üstünde.”

"Naylon eskisiynen, çorap eskisiynen, bakırınan"...

"Naylon eskisiynen, çorap eskisiynen, bakırınan"...

Uzunyol’dan çıktım yola, kıl heybe omuzum da, selam verdim sağa sola…

Yolu İmarete düşürdüm,

Iccak taze kırık leplebi, naylon eskisiynen, çorap eskisiynen…

İmaret’den yukarı, Odun Pazarını, Damlamca’yı, Akkız Çalısı’nı aşırdım.

Taze ıccak kırık leplebi, naylon eskisiynen… çorap eskisiynen…. bakırınan...

Kimseye minnetimiz mudaramız yoktur, çok şükür…

Ağşama bitiremezsek işimiz kötüdür.

Leplebi Çorum işi, biz nerden bilürüz leplebiyi, fındığu, fıstığu efendiağa…
Bizim ahlatımız, çördüğümüz, ekinimiz boldur, o döğülden, biz gavut bilürüz, gavurga bilürüz…

Çangırı sokakları kesme taş, dolan Yenice Köylü İrecep dolan;
 Kurtuluş Savaşında süvariydin, ordu bozuldu karıştın başıbozukların arasına, gece gündüz demedin yürüyerek vardın memlekete, yatsı ezanından sonra kimselere görünmeden, hırsız, uğursuz gibi girdin köye, samanlıklarda, damlarda saklandın.

Çok geçmedi yakalandın yeni baştan alındın askere, Eskişeer de İnönü denilen bir yerlerde düşmanla çarpıştın, kuru bir dere yatağında gavurun kurşunu vızır vızır geçerken üzerinizden, sağında solunda arkadaşların vuruldu, düştü. Ayağı üzengiye takılıp sürüklenen yoldaşını indin attan, kurtardın üzengiden. Vurulan yoldaşınız, “Ben bittim gardaş, sen kendini kurtar” dedi. Bunları uşaklara, bebelere anlatırken o bembeyaz sakalından aşağıya gözyaşları inci taneleri gibi akardı.

“Hiçbir nişanem yok, nasıl varacam huzuru mahşere “ diye üzülürdün…

Savaş bitti, döndün geldin köye, suluda birkaç evlek, kıraçta, yazıda bire iki üç veren, Yemen’den dönemeyen baban İsmayıl'dan kalma, üç beş kuru tarla. Yemenden dönemeyen babanızın adıyla değil, ananızın adıyla anıldınız; Köyde sizi, "Şerife'nin çocukları, İrecep, Kadir, Zayde bildiler.
 Torunlarınızda gurur duydu sizle..."Şerife'nin çocukları İrecep, Kadir ve Zayde'nin torunları.

Ne mal var… Ne davar…

Oğlanın güçcüğü daha on yedisin de, ermiyesice garıların ağzına bakıp, köy meydanında, çekip gağnı gazuğunu, ağam didiği komşusunun kafasına aşkedince, nahak yere katil oldu. Damlar da birlikte yatdınız, çıktınız.

O güçcük oğlanı, daha yirmi dördüne varmadan, olmuyasıca üç beş evleği suvarmak uğruna böğrüne yidiği bıçaktan sonra verdin, kara toprağa…

Dayan Yeniceköylü İrecep dayan.

Dayan Yeniceköylü İrecep dayan, ikindinden sonra İmrahordayız ya, aha.

Iccak taze kokulu kırık leplebi, naylon eskisiynen, çorap eskisiynen, bakırınan...

Ağşama kadar ya bittik ya bitirdik ya...

Iccak leplebi ıccak …

Akşam ezanları oldu, Mühlis depesinden aşağa Gofurun hanı.

Iccak taze leplebi naylon eskisiynen , çorap eskisiynen .. bakırınan...

Dayan Yeniceköylü İrecep dayan…

"Cuma Sütü"

Rahmetli babaannem onlardan bahsederken daima "kızlarım" der, "kızlarım" diye severdi. Evde farklı bir ayrıcalıkları olduğunu bugün daha iyi anlayabiliyorum. Kendi çocuklarından ve hatta torunlarından ayırmadığı gibi sanki onlara olan sevgisi daha bir başkaydı.

Babaannemin bu kızlarından büyüğünün adı Hacer’di. Koyu esmer, siyah gözlü bir karasığır malıydı Hacer. ”Kaşında çifte lamelif, gözünde kudretten yazı”[1]  var mıydı? Çok iyi hatırlamıyorum ama burnunun ıslaklığının pırıl pırıl yaldızladığını biliyorum.

Yıllar sonra, Hacer’in bir kızı oldu, duman renginde,  bu özelliğinden dolayı babaannem onun adını "Duman" koydu.

Duman tüm çelimsizliğine rağmen, nazenin bir eda ile arastadan alınmış iri mavi boncuklardan oluşan bir kolyeyi, külte inci gibi taşırdı boynunda. Nazar değmesin diye anneden kızına kalan bu iri mavi boncuklu kolyeyi aile yadigarı olarak halen saklarım.

O yıllarda, Simenta, Hoştayn ve Montofon cinslerinin isimleri duyulsa da pek gören olmamıştı Çankırı da, günde otuz, kırk kilo süt verdikleri söylenirdi bu ithal ineklerin.

Oysa Hacer ve Duman öylemiydi?

Karasığır malıydı her ikisi de, anaları, babaları Çankırı topraklarında doğup büyümüştü. AB ve ABD’den gelenler gibi otuz, kırk kilo süt veremeseler de, helalinden günde beş, altı kilo süt sağılırdı her ikisinden.

Çeç’inden ayrılmış saman, Yenice Köyden çift koşulmuş at arabası ile özel olarak gelir, samanlığın gözüne dökülür, oradan da samanlığa yaba ile doldurulur, fazla yer kaplamaması içinde üzerine çıkıp bir güzel çiğnenirdi. Samanı elemek, taşından toprağından ayırmak için, damın duvarındaki çivide asılı kalbur ve gözer yerli yerinde dururdu her zaman.  

Sadece Hacer ve Duman için, Yenice Köy özündeki tarlaya yonca ektirirdi babaannem, soğuk alıp işkembelerini üşütmemeleri için, önce gölgede döndüre döndüre bir güzel kuruturdu yoncayı, sonra nacakla ince ince kıyar, Hacer ve Duman’ın kışlık erzakını depolardı, damın kuru bir köşesinde.
Afurdaki samanın üzerine serpilecek bir avuç arpanın çuvalı dururdu bir köşede.

Şehir ineği oldukları için, “ho, ho, ho” diye sığıra katılmazdı Hacer ve Duman. O nedenle de, mal, davar sahiplerinin sığır çobanın dağarcığındaki azığa bazlama, küpecik peyniri ve soğanın cücüğü gibi erzak koymak derdi, telaşesi yoktu şeerde.

Damdan çıkmazdı Hacer ve Duman, kışın soğuğundan yazın sıcağından ve büveleğinden etkilenmezlerdi. Tüm bu hazırlanan törensel ziyafete ve gösterilen ihtimama rağmen, daha öncede dediğim gibi günlük verdikleri süt miktarı beş, altı kiloyu geçmezdi. Nede olsa karasığır malıydılar. Ama evde haftanın yedi günü süt, yoğurt, peynir eksik olmazdı, boldu.

O günlerde karasığır mallarının verdikleri süt azdı belki, ama bereketliydi. Nedenini annemden yeni öğrendim.

“Cuma Sütü

Haftanın altı günü sağılan süt evin ihtiyacı için ayrılır, tek bir gün, Cuma günü sağılan süt ise evde kullanılmaz, komşulara dağıtılırmış ve o nedenle bu komşu hakkına “Cuma Sütü”  denirmiş.

Karasığır mallarından sağılan sütün az ama bereketli olmasının nedeni sanırım bu günlerde unuttuğumuz, komşuluk ve paylaşmak değerleri ile ilgili olsa gerek.

“Cuma Sütü” gibi geleneklerimizi tekrar hatırlamamız dileğiyle.

 Alıntı: [1] Atilla İlhan-Öküz şiirinden

"Eğri şehir"

Kadın ortadan biraz uzun boyluydu. Beli inceydi. Hatta hayalimde kaldığı kadarı ile kopacak kadar incecikti. Bazen siyah bazen kapkara ışıklar saçan gözleri vardı. Yakına baktığında bile sanki uzaklara, çok uzaklara bakar gibiydi.

Bir iki kere tesadüfen karşılaşmıştım. O karşılaşmalarda gözlerine bakamadığımı, belki de göz göze gelmekten korktuğumu anımsarım. Çocuktum ama korkum çocukça bir korku değildi. Nedeni belirsiz ifadesi mümkün olmayan bir korkuydu işte.

Ellerinin küçük, parmaklarının ise ince ve uzun olduğu aklıma takılmıştı, nedense? O ince parmaklarında görünen yaşlılara özgü benler ve buruşukluklar sanki yaşını ele verir gibiydi. Çoğu erkeğin görmeyi arzuladığı lacivert parıltılı saçlarını özellikle sokakta siyah çarşaf giyerek gizlerdi. Giyinişi, oturuşu, söyleyişi, kısaca edası ve tavrı müstesna bir kadın olduğunu gösteriyordu. Adı gibi müstesna, “Ay Parçası” anlamına gelen bir ismi vardı: Mehpare!

Kadın, her yıl üç aylar başladığında, o güne kadar yaşadığı mekanı terk eder, inzivaya çekilir, şehrin küçük otellerinden birisine yerleşirdi. İbadet, dua ve türbe ziyaretleri ile geçirirdi bu günlerini. Türbelerin, yatırların boya badanasını yaptırır, temizliğine, çuha örtü, halı, kilim gibi eksikliklerinin giderilmesine maddi katkılarda bulunurken ruhunun da bu şekilde arındığına inanıyor olsa gerekti.

Şehre çıktığında tanınmamak için gözleri kadar siyah bir çarşafla örterdi tüm bedenini. Belki de bu gizem nedeniyle adı efsaneleşmişti.  Gideceği yere ulaşmak için karanlık ve gölgeli sokakları tercih ederdi. Hayalet gibi geçerdi şehrin eğri, karanlık dar sokaklarından.

Yine o günlerin birinde, Yıldız Otelinin kapısından süzülerek girerken, çınar altındaki
dükkanında, berber tıraş ettiği müşterisine; “Yine geldi …..” dediğini duydu. Her zamanki gibi
sessizce girdi otele, odasına çıkmadan elindekileri müdüriyete bırakarak, bu sefer hışımla çıktı Yıldız Otelinden, çınarın altındaki berberde bulunanların şaşkınlığı geçmeden, aniden içeri daldı. Tezgahın üzerindeki uzun sivri uçlu makası kaptığı gibi, berber'in kaba etine iki üç hamle yaptı. Berber ne olduğunu anlayamamış, kabasında ince bir sızı ve ılıklık hissetmişti. Makasla kendi baldırına ince bir çizik atan kadın, girdiği gibi çıktı berber dükkanından, çarşafını savurarak yirmi metre ilerideki karakoldan içeriye daldı.

Kadın şikayetçiydi berber'den. Bir taraftan “makasla bana saldırdı” derken, diğer yandan da mermerimsi uzun bacağındaki kanayan ve de çok önemli olmayan yara izini gösteriyordu polislere.

Karakoldaki polisler anlamışlardı işin aslını ama hiç renk vermediler. Berber'i çağırdılar.

-Hanım senden şikayetçi ne diyorsun? Senin bir diyeceğin var mı? diye sordu polis Kürt Talat!

Berber  odada bulunanların hiç birinin yüzüne bakmadan, başı önde öylece duruyordu. Adeta süt dökmüş kedi gibiydi.

Görmüş, geçirmiş polis Kürt Talat yarı azarlarcasına berber'e dönerek:

-Bir daha sizi burada görmeyeyim, dedi.

Kadın önde, berber arkada karakoldan çıktılar. Berber sol taraftaki dükkanına yöneldi, içeri girdi, başı önde usulca kapıyı örttü. Kadının siyah ışıklar saçan gözleri ise etrafı tarıyordu, hırsını alamamıştı, adeta bir kısrak gibi burnundan soluyordu. Çekik kara gözleri ve lacivert saçlarının bulunduğu kafasının içinden o anda geçenler onu da korkutuyordu.

Otel odasından içeriye daldı, tek kişilik demir karyola üzerine zor attı kendisini. Ağlamamak için, beyaz dişleri ile etli kırmızı dudaklarını kanatırcasına ısırıyordu.

İşte o an yemin etti;

Evlerinin gölgeleri eğri, dar sokakları eğri ve insanlarının dilleri eğrimi eğri, bu şehrin erkeklerinden intikamını alacaktı…
(devam edecek) 

Sarımsaklı Et'in hikayesi...

Çankırı’nın geleneksel mutfağını yaşattığını iddia eden “şeflere” duyurulur.  Ne göveciniz  gövece benziyor, ne de sarımsaklı etiniz sarımsaklı ete, haberiniz olsun.

Ben Cihan Lokantası'na yetiştim, Sarımsaklı Et’in en lezzetlisini, daha çiğnemeden ağızda eriyenini, aşçı Memed Usta ile ortağı Korgunlu Arif Usta yapardı.

Cihan Lokantası şimdiki Dr. Kemal Parıltı sokakta, Manifaturacılar Sokağındaki Sabri Özkan’ın ve karşı köşesindeki Gerçekler’in tuhafiye mağazalarına çıkmadan önce, eski Halk Bankasını geçince, Zeki Kurban'ın Özen Taksi Yazıhanesinin çaprazında, eski adıyla Tayyare sokağının üst başında, sağdaydı.

Burada bir parantez açayım. Hiç unutmam, Güneş İlkokulu üçüncü sınıftaydım, “Tayyare” kelimesinin yazılışı hakkında, sınıfta ikilik çıktı. Tayyare iki ‘y’ ile mi, yoksa tek ‘y’ ile mi yazılır diye, hatta münazara konusuna dönüştü tayyarenin yazılışı. Ama ben biliyordum eski belediye binasının duvarında çift ‘y’ ile “Tayyare Sokak” yazardı. Öğretmenimiz de meşhur “Deli Baki” (Baki Durlanık) parmak kaldırmamdan pek ikna olmadı, bana; “Git bak da gel lan İbrahim tayyare nasıl yazılmış” dedi.

Seğirterek bi çırpıda gittim geldim. Soluk soluğa, “iki ‘y’ ile yazmışlar örtmenim, gözlerimle gördüm” dedim. Deli Bakı “Aferin lan İbrahim” dedi. Deli Baki’dan aferin almayı kolay bellemeyin, Deli Baki’dan aferin aldıysan, kırmızı kurdelayı yakana taktın ve dahi sınıfı geçtin say.   

Neyse biz esas konumuza dönelim.  Meğer bu sarımsaklı etin ilk ustası Aşçı Hasan Ustaymış.

Hikayesini bu gün seksen yaşında olan Hasan Usta’nın kızı Aşçıların Zela’dan (Zeliha Çetin) dinledim. Ta Alaman harbi zamanında, (Alaman harbini bildin mi efendi ağa?) Müflis (Avara) Tepesinden aşağıya doğru inerken, Anadolu Oteline gelmeden solda, Ekmekçi Sefer ile Ekmekçi İsmail Topkaya’nın fırınlarının arasındaymış Aşçı Hasan Usta’nın dükkanı. Aşçıların Zela o yıllarda on üç-on dört yaşlarında babasına yardım edermiş.
ibrahimzencirci-sarimsaklietinhikayesi-sozcu-resim-011.jpg
Hasan Usta, bizzat kasaptan kendi aldığı koyun etini (sığırdan sarımsaklı et olmazmış “türedi” efendi ağa haberin olsun) önce hafifçe pembeleşinceye kadar bi güzel kavururmuş. Hasan Usta kavurduğu ete, tamamen soyulmamış sarımsak ve bi o kadarda arpacık soğanı ilave ederek, Karaköprü Bahçelerinin yerli domatesinden kendi yaptığı salça ile tatlandırarak, meşe kömürü üzerinde ağır ağır pişirirmiş.

Aşçıların Zela'dan duyduğuma göre; Hasan Usta’nın yaptığı sarımsaklı et cıldır cıldır sulu olmazmış..
Suyuna ekmek banarak şamandıra yapmak için suyundan az biraz daha isteyene; “canın su istiyorsa, Ebçet'in hamamının önündeki çeşmeye git” dermiş Hasan Usta.

Hasan Usta’nın iki kalfası varmış o yıllarda, Şükrü Çetin ile Mehmet Ertürk. Daha sonra bu iki kalfa ustalarından aldıkları icazetle ortak olarak kendi lokantalarını açmışlar.

İşte Alaman Harbine yetişmemiş bizim kuşağın sonradan duyduğu Cihan Lokantasının hikayesi böyle başlamış.

Aşçı Memed Usta ile Aşçı Şükrü Usta’nın ortaklığından sonra benim bildiğim, hatırladığım Memed Usta ile Korgunlu Arif Usta’nın ortaklığı başlar. 1970’li yılların sonlarına kadar bu ortaklık devam edegelmiştir. Memed Usta’nın oğlu Tuncay ile Korgunlu Arif Ustanın oğullarının da Cihan Lokantası'nda garsonluk, çıraklık yaptıklarını bilirim.

Cihan Lokantası'nda sadece öğle servisi vardı, hatırlayabildiğim kadarıyla elli-altmış metre karelik bir dükkandı,  masaları mermer, sandalyeleri ahşaptı. Öğleden sonra saat üç olmadan tüm yemekler biterdi. Sarımsaklı et ise çok daha önceden tükenmiş olurdu. Öğle vakti Cihan Lokantası'nın kapısında kuyrukta  bekleşenleri bilirim, masada yer bulamayanlar, ayakta su dolabının üstün de yerdi yemeğini.

Ben unutmuştum, Yılmaz Börekçi hatırlattı. Öğleden sonra saat üç olduğunda, tüm tencereler boşalır, Cihan Lokantası'nı çalışanlar da terk ederdi. Ustalardan biri gitmeden önce sabah gelenlerin ayıklaması için mermer masanın üzerini, ertesi günün pilavı için tepeleme pirinçle doldurur ve pirinçin üzerinde ise ve ne hikmetse bir yumurta konurdu.   

Sarımsaklı etin tarihini ve dahi tarifini bilmeyen, "şefleri" sarımsaklasak da mı saklasak, sarımsaklamasak da mı saklasak?

Fotoğraf: Aşçı Hasan'ın kalfası, damadı Aşçı Şükrü ve ailesi (Soldan sağa) Aşçı Şükrü (Çetin) Aşçıların Zela (Zeliha Çetin), Ahmet Çetin, Hatice Çetin Özçağlar

Elekçi açılımı!

14 Mart 2010 Pazar günü, İstanbul’da yapılan “Roman Açılımına” Sayın Başbakanımızın davetlisi olarak, Çankırı Elekçileri Platformu Başkanı olarak katıldım. En ön sırada, kameraların beni görebileceği bir yerde sabahın erken saatlerinde yerimi aldım.

“Elekçilik Bir Meslektir. İlbay Paşalık Meslek Değildir”“Elek, kalbur, gözer. Yaşasın Elekçiler” yazılı pankartımı salonun en görünen yerine astım.

Başbakanımız, Abdi İpekçi Spor Salonunda yapılan “Roman Buluşması”ndaki konuşmasına,

“Sevgili Roman kardeşlerim, değerli vatandaşlarım, can yoldaşlarım, hepinizi gönülden muhabbetle selamlıyorum. Türkiye'nin dört bir yanından Eskişehir'den, Kırklareli'den, Tekirdağ'dan, Edirne'den, Düzce'den, İzmir'den, Sakarya'dan, Kocaeli'den, Bursa'dan, Adana'dan, Çankırı'dan, Kilis'ten, Ankara'dan, diğer tüm illerimizden, İstanbul'umuzun değişik semtlerinden hoş geldiniz, sefalar getirdiniz” dedikten sonra, “Elekçi kardeşlerimi ayrıca selamlıyorum” diyerek, biz Çankırılılara olan muhabbetlerini özenle vurgulayarak başladı.

İlleri sayarken sıra Çankırı’ya geldiğinde Sayın Başbakanla göz göze geldik. Benim gözlerimden iki damla yaş süzüldü. Bu güne kadar gelen başbakanlar, bakanlar ve hatta valiler “biz elekçilere” hep buçuk muamelesi yapmıştı. İlk defa bir başbakan bizi adam yerine koyuyordu. Bundan sonra, Çankırı’da görev yapan bürokratlar bize “buçuk” muamelesi yapamayacaklar. Yaptığımız eleştirileri dikkate alacaklar, hazmedemedikleri eleştirilerden, yazılanlardan sonra, soyumuzu, sopumuzu, aslımızı, faslımız araştırmaya, soruşturmaya kalkamayacaklardı.

Halbuki onlar bilmiyordu, “Tencere dibin kara, seninki benden kara” idi.

Açılım sonunda Sayın Başbakanla baş başa yaptığımız özel görüşmede, öncelikle ilimizin sorunlarını maddeler halinde dile getirerek ve yazılı olarak kendilerine takdim ettik.

Sayın Başbakana elden ilettiğimiz dilekçemizde değindiğimiz bazı konular şunlardı.

Çankırı’ya tayin olan bürokratların, havasından mıdır, suyundan mıdır nedendir bilinmez; Yaran kültüründen gelen kuru nezaketlerinden dolayı seslerini fazla çıkaramayan biz elekçilerin başına, padişah, kral kesildiklerini, hort-zort ettiklerini, iş yapmayıp yapıyormuş gibi göründüklerini, Çankırılıya Çankırı propagandası yaptıklarını, söyledik.

Başbakanımızın, fakir-fukaraya, garip-gurebaya dağıtılmak üzere gönderdikleri kömüre sahip çıkamadıklarını, çaldırdıklarını söyledik. Sayın Başbakan bunu duyunca çok sinirlendi, burnundan soluyordu, yanındakilere talimat vererek bu konunun takip edilmesini ve en kısa zamanda, tez elden gereğinin yapılmasını emretti.

Çankırı’da eğitimin olmadığını, okullarda eğitim dışında her türlü kirliliğin olduğunu, turizm, sanayi ve tarımda hep geri kaldığımızı, yollarımızın, köylerimizin içler acısı halini genel manada ilettik.

Başbakanımızın, Çankırı’ya tayin ettikleri bazı bürokratların, bu eksiklikleri, yoklukları gidermek, çalışmak yerine, zevk-ü sefada, davetten davete, “caba gövecinin” başından hiç ayrılmadıklarını, gündüzleri “okey” oynayarak, akşamları bahçede besledikleri “oynak güvercinleri” yemleyerek, Yıldız Tepe’de, Ilgaz'da ski (kayak) kayarak, “ciğerci kedileri” ile dedikodu yaparak vakitlerini geçirdiklerini ve de biz "elekçilerin" umudunun her yeni kararname ile tazelendiğini ilettik.

Son olarak, açılıma katılanlara verilen 100 TL yol harcırahının (yolluğun), diğer illerden gelenlere valiliklerince ödendiğini, biz Çankırılı "elekçilere" bu harcırahın vilayet tarafından ödenmediğini, konunun araştırılmasını arz ettik.

Sayın Başbakanımız, biz Çankırılı "elekçilerin" sorunları ile bizzat ilgileneceklerini, bürokratlara da gereken uyarıyı yapacaklarını, “Bu ülkede hiç kimsenin, hiç kimseye buçuk muamelesi yapamayacağını” ve son olarak da, “Nush ile uslanmayana ederiz tekdir” diyerek, tüm "elekçilere" selamlarını iletmemizi istediler.

Sayın Başbakanımıza biz "elekçilerin" sorunlarıyla yakından ilgilendikleri için çok teşekkür ediyoruz.

Başbakanımızın başlattığı “elekçi açılımının” önümüzdeki günlerde, Çankırı bürokrasisindeki yansımalarını da merakla bekliyoruz.

Çankırı Elekçileri Platformu Başkanı
İbrahim Zencirci
 

Daroool... Daroool... (!)

Kurşanadan çıktım yola, selam verdim sağa sola.

Damlamca deresinden atladım.

Yolu Mimar Sinan Mahallesinden Elekçi Bayırına düşürdüm.

Elekçi Bayırından aşağı, sıktı belimin kuşağı…

Tuzu, tozu, gızı ve de yaran oğlanı ile menşur memleketin birinde, belik beşik, neneler, ebeler, seferberlik görmüş aksakallı gazi dedeler, bayırın başında meydanda toplanmış, karşılarında bir kürsü, kürsüde bir hatip, hançeresini ve bir yerlerini yırtarcasına bağır, bağır bağırıyor.

“Gıymatlı Çankırılılar…”

“Uzak çağların yakın kentinde”  görmeyen, duymayan, söylemeyen hemşerilerim.

Ebelerden, dedelerden ve bebelerden ve dahi kılıç artıklarından yoğun alkış sesleri ile birlikte

“Daroool” nidaları.

Daroool, Daroool, Daroool  (ve sürekli alkışlar)

Hatip coştukça coşuyor, yırtındıkça, yırtınıyor….

“Harmanı bol, sapı uzun, tanesi kıt hemşerilerim…”

İnledikçe Elekçi Bayırı “Daroool” diye.

Kürsüdeki hatip anlıyor, “Varoool” diye.

Verdikçe coşkuyu bizim mahalleliler, coştukça, coşuyor:

"Daroool, Daroool, Daroool"  (ve sürekli alkışlar)

Oysa bilmiyor ki;

“Zengini hayırsız evlat, memuru süslü avrat, siyasetçiyi kuru inat batırırmış”.

Kulağınızı açın da iyi dinleyin hemşerilerim.

Sen de inadı bırak da akıllı ol vekilim.

Zenginsen, hayırsız evladını gönder ocağa, olsun önce “yaren oğlanı” daha sonra başağa.

Memursan, süslü avradını göstermelik gönder, huzurevi ziyaretine, olsun “först leydi”

Siyasetçiysen, bırak kuru inadı da, “Darol” neymiş iyice bir öğren, olma Elekçi Meydanında “şebelek”

Bu yazılanlar “Elekçi İbrahim”den, hemşerilerine, siyasetçilere olsun hatıra.

Daroool, Daroool, Daroool nidaları yükselirken Çankırı semalarında.

Bir taş attım gitti deydi kilisenin çanına….

Bir kelimenin peşinde on beş yıl koştum, nihayet buldum Elekçi Bayırında…
  
Merak edene not: Bizim Yukarı Mahalle jargonunda “Darol” kelimesinin tam karşılığı “Ossuruk” demektir. Bilgilerinize... Saygılar bizden... (Elekçi İbrahim)

Bizi koyup koyup gitme ne olur...

Duyduk ki bizi bırakıp vekil oluyormuşsun, etme,

İslam’ın şartı beştir, altıncısı ise haddini bilmektir.

Haddini bilmiyorsan bildirirler, etme.

Kendini bal yapmaz arılarla bir tutma

Sen meclisin ceylan derili koltuklarında ne arıyorsun, yabancı

O koltuklar, başağa minderi gibi yumuşak değil.

Ey Handırı’nın kiraz bahçelerinde sek sek oynayan.

Ey Çavundur’un sıcak bulaklarında abıhayat bulan.

Ey Yıldıztepe’nin doruklarında çiçek sulayan, bilge kişi

Sen bizden yüz çevirirsen, o tepedeki yıldız kapkara olur kederinden

Sen CeHaPe’nin “İklim”lerine alışkın değilsin üşütürsün.

Sana aguşunu açmış bekliyor Çangırılılar.

Duyduk ki bizi koyup koyup gidiyormuşsun, etme.

Çaldırmasın bacanağın başkalarına kamu malını,

Bayındırlık çalışanları yolunuzu beklemekte,

Çalınanlara alıştık, başkalarına meylediyormuşsun, etme

Gel başımızın tacı ol, Çankırı’dan aday ol.

Bizi koyup koyup gitme, etme.

Bak yaptırdı ardından halefin, lojmana güvercin kümesini

Dijital cazgır da emrine amade, titreyerek huzura kabulünü bekler

Biz biri bulamazken, duyduk ki üçüncüyü alıp muradına ermişsin..

Harama bulaşan gözün bizimkilerden başka güzeller görmesin.

Ey makamı yıldızlı tepelerde olan ulu kişi

Sen varlığınla abat ettin bizi, senden sonra kurudu vali çeşmesi


Yaran ocağını söndürmeye kastediyormuşsun, etme

Gelin bohçasını onlar değil miydi ta Sparta'ya getiren?

Ey Ay yüzlü, koyma Şems'in karanlığında bizi,

Yaren oğlanlarını anadan öksüz, babadan yetim koma

Bizi koyup, koyup gitme ne olur, etme…
......
Ağla ey yaren oğlanı ağla, söz söyleyecek an değil.
Un eleyip döneleyerek ne meşk ediyorsun etme.

“İçinden Posta Treni geçen Valilik binası”

Tepelerin arasına sıkışmış şehrin ortasında, birbirine kavuşmak isteyen ama bir türlü kavuşamayan, incecik iki yılan gibi kıvrılarak süzülen çay ve demiryolu, şehrin üst başındaki bahçelerde yan yana gelmeye çalışsalar da, istasyonda ayrılmak zorunda kalıyorlardı.

Gecelerden bir gece, posta katarı bu ayrılığa bir son verdi. Yönünü şehre doğru döndü, İstasyon Caddesinde ağır ağır ilerlemeye başladı, asfalt üzerinde raylarda gidiyormuşcasına rahat, sakin ve kararlıydı.

Soluna istasyonun asırlık çamlığını aldı, çayın üzerindeki İstasyon Köprüsünü geçerken mahfelin (askeri gazinonun) nöbetçisini selamladı. Benim de ilkokulum olan, Güneş İlkokulu'nu soluna aldı, gece yarısı olduğu için çocukların cıvıltısını duyamadı. İstasyon Caddesi'nde gezinen vatandaşlara ve valilik çalışanlarına duyurmak için düdüğünü üç kere çaldı:

Çuf Çuf Çuf

Park sokağının başında, Park Oteli'nin önünde durdu, önce ileriye anıta doğru, sanki birilerini şikâyet eder gibi baktı, sonra sağına döndü, yeşillikler içerisinde, “Kelemliği” Cızcız İhsan’ın Park Lokantasını gördü. İstasyon büfesine, lokantanın eksiklerini almaya gelen tanıdık çocuğu arıyor gibiydi.

Valiliğin yan kapısına yöneldi, zira protokol kapısı vatandaşa olduğu gibi, posta trenine de kapalıydı. Eli ayağı tutuyordu, ancak özürlü merdivenini kullanarak girdi vilayet binasından içeriye, güvenlik her zamanki yerinde, camekânın ardında gelip, geçene ilgisiz, gözünü bilgisayar ekranından ayırmıyordu.

Posta çuvalından kalınca bir zarf çıkardı, zarfın sol üst köşesinde, kırmızı büyük harflerle, “Kişiye Özel” yazıyordu. İlbay Paşa'ya özel, taahhütlü bir dilekçeydi bu, gelen evrak memuru zarfı teslim aldı, evrak kayıt defterine işlemeden, ucu sivri, fildişi zarf açacağı ile yırtmadan özenle açtı, kişiye özel gelen evrakı, içerisine göz ucuyla bakar bakmaz anladı; bu onun uzmanlık alanıydı, geçmiş yıllarda da defalarca açmıştı bu zarfları.

İlbay Paşaya gereğini yapması için gönderilen, yolsuzluğu, hırsızlığı şikâyet eden mektupları okumayı huy edinmişti. Dilekçeyi daha rahat okuyabilmek için Valiliğin ortasındaki bahçeye çıktı, sigarasını yaktı, valiliğin ortasındaki bu bahçe, sigara tiryakisi memurların mekânıydı, kimi zaman yerler izmaritten geçilmezdi.

Peh Peh Peh!

Çaydan bir yudum, sigaradan da bir nefes çekti, dilekçede yine “deveyi havudu ile yutan” malum kişinin ismi vardı. Köpeksiz köyde değneksiz gezmeye ve devlet malı, yetim malı demeden çalmaya çırpmaya alışmış, payitahta yakın “zübükzade” efendi ağa, bu güne kadar gelen evrak memurunun bu hizmetini hiç karşılıksız bırakmamıştı. Bu sefer de aynısı oldu. Posta Katarı ile düdük çala, çala, peh, peh, peh diyerek gelen istida, sanki kuş olup uçuvermişti vilayet binasından. Arayan soran olmadı.

“Devletin malı deniz, yemeyen domuz” ilkesini şiar edinmiş “zübükzade” efendi ağanın bir kaç marifetinden sadece biriydi bu.

Tüh Tüh Tüh!

Vilayet binasının içinden Posta Treni düdüğünü öttürerek, "çuf çuf" diyerek gelmiş, geçmiş, sağır sultanlar duymuş, İlbay Paşa duymamıştı.

Ve burada anlatılanlar, olaylar, yerler ve de kişiler tamamen hayal ürünüydü, masaldı.

Meselciden, masallar dinlediniz.

Çevir kazı yanmasın, aman İlbay Paşam uyanmasın.

Gökten üç elma yerine, üç “Kara Köprü Hıyarı” düşmüş, biri “zübükzade” efendi ağaya, diğeri onu arkalayanlara, sonuncusunda her zamanki malum kişiye,

Merak edene:
Deveyi havuduyla yutmak:
Eline geçen ve hakkı olmayan şeyleri kendi menfaati için kullanmak, hiç çekinmeden büyük suistimal yapmak. Herkesin gözü önünde büyük hırsızlık yapmak

"İHALECİ"



“İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan, ama biz biliriz ki, bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir...
Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir.

Ama dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir...”

İşte o memleketlerden birinde, başına vurulup lokması ağzından alınan, kaderine razı, devletine milletine saygılı, tenceresinde tarhana aşı ile bulgur aşı eksik olmayan ve de üzerlerine Sarıbaba’nın sarı toprağı serpilmiş dert üstü murat üstü insanlar yaşarmış. 

Bu mutlu, mesut insanların başlarında son yıllarda öyle bir dert varmış ki, Mevla’m düşmanlara bile böyle dert vermeye. 

Sessiz, mutlu, mesut ve garip insanlara musallat olan, Dede Korkut masallarındaki, Tepegöz gibi tarlayı tapanı süpüren, ekini ocağı kurutan, deveyi havudu ile götüren, tüyü bitmedik yetimin hakkını yiyen, ‘yangabuzlar’ varmış. Bazı ‘yangabuzlara’ bu memlekette ‘ihaleci’ dendiği de olurmuş.

Yangabuzlar her dönem iktidara ve şehirdeki devlet ricaline yakın dururlarmış, yakın dururlarmış ki parsayı daha iyi toplayabilsinler, kamu ihalelerini kapabilsinler. Bu işi yaparken de harammış helalmiş hiç düşünmezlermiş. 

Her hükümet değiştiğinde, fırıldak gibi anında bunlar da değişirmiş ama bu “ihalecilerin” değişmeyen ortak noktaları da varmış; Bunların en başında, iktidar partisine üye olmak ve hatta genel, yerel yönetime girmek, yani suyun başında bulunmak en temel şartmış. 

Yangabuz ihalecilerin diğer benzer özelliklerine gelince; 

İlk ihalenin hak edişini aldıklarında bellerinin arkasına, namlusu kuyruk sokumlarına doğru uzanan bir Kırıkkale tabanca edinmek olurmuş. Çünkü korkak ve ürkek olurlarmış, delikli demirden medet, cesaret umarlarmış. 

İkinci ihalede önce hanımının saçını sarıya boyatır. Aynı anda doğan görünümlü şahini kayınçosuna satarak, altına Amerikan malı müstamel bir jeep çekermiş.

Deveyi havudu ile götürmeye iyice alıştıklarında, Ankara'daki ikinci hanıma ev açarlarmış. Çünkü yedikleri yetim malı, devlet malı küplerden, küpecüklerden taşarmış. Nerelere harcayacaklarını bilemezlermiş. Birinci eş fazla sesini çıkarmasın diye üstüne ev altına araba yaparlarmış. Aslen Çankırılı olan, Ankaralı türkücü de bunu türkü yapar, yetmiş iki vilayetde çığırırmış:  

“ah tatarım tatarım
sen çalış ben yatarım
altına araba üstüne ev
sana koç gibi bakarım” .../…

İhaleci her devirde, hükümet edenlerin meşrebine göre; 

Bazen hafifmeşrep olup gizli saklı Fidanlıkta, Hıdırlık kaşında kendini önce tekel birasına vururmuş, zamanla ihaleleri kapıp palazlandıkça, içtiği arpa suyundan joni wolker viskiye doğru yükselirmiş (yüksel ki yerin bu yer değil ihaleci). Hakedişi hazırlayan bayındırlıkçı ‘güççük’ memur da sitem edermiş, “coni wolkırı hep müdürnen içiyon, ecükte bizi de gör” diye. Bunun adına da “al gülüm ver gülüm, hani benim mor sümbülüm” derlermiş.     

Çoğu zamanda kalender meşrep olur, hoca efendisinin dizinin dibinden ayrılmaz, taharetsiz, abdestsiz namaza dururmuş. Dinden, imandan, kitaptan dem vururmuş. Her halükârda dini imanı para olmuş. 

İhaleciler, memleketin seçilmişi ile atanmışı ile canciğer kuzu sarması olurlarmış ki daha iyi ‘icraat’ yapabilsinler. O şehrin gelecek yıllarına da ipotek koyabilsinler.

Atanmışlarla seçilmişler vatandaşı hor görür, ihaleciyi baş tacı eder, bir dediğini iki etmezlermiş, eksiltilecekse eksiltir, artırılacaksa artırır ve de şak diye basarlarmış imzayı. Kimseye de hesap vermezlermiş, "memleketin hayrına yaptık, yetim hakkı gözettik" diye de yalan söylerlermiş. 

Görenler bunu da gördük "çok şükür" derlermiş…  

Bu masalın sonunun geldiği gibi bu harmanın da bir gün sonu gelir (mi?) İhalecilerin, hempalarının ve onları arkalayanların yedikleri yetim hakkı öte dünyaya kalır (mı?) 

Gökten üç elma yerine, üç Germece kavunu düşmüş (üçü de kelek çıkmış), biri ihalecilerin başına, ikincisi bundan sonra iyiyi ve kötüyü sorgulayabilmeleri ve uyanmaları için memleketini seven hemşerilerimin başına… 

Üçüncüsü mü?

O malum kişiye…

Son tahlilde;

Bu masalın, mala, davara faydası olur mu?

Elekçi İbraam düşmüş Kengri yoluna.



Elekçi İbraam düşmüş Kengri yoluna ve...

Karşıdan gelir beş eşek, beşi de bez yüklü boz beş eşek
Biri bizim Tuz Mağarasındaki kadrolu meşhur boz eşek.
Diğeri şeerin arpası bol gelmiş boz eşek.
Geri kalanı Ünür’ün küfürbaz boz eşeği ile Boyalca’nın kibar boz eşek.
Hepsi eder beş boz eşek.

Elekçi İbrahim eşekleri dehlemeye başlamış.

Deh çüş, deh çüş, deh çüş, büürrr…

Cam lahit içinde sergilenen kadit olmuş iki yüz yıllık eşeği ile meşhur olan memlekettin başında son yıllarda öyle bir dert varmış ki, Mevla’m böyle bir derdi başka şeerlere vermesin.

Bu memlekette ticaret ve sanayi yokmuş ama odası, başkanı varmış. Bu memlekette deniz yokmuş ama odası, başkanı varmış. Hemi de kurucu başkanmış bu başkan, diğerlerine de benzemezmiş her nedense. Bu memlekette mektep, medrese varmış, bu mektep medresenin hocası hacısı varmış ama talebesi, okuyanı yokmuş, kaydını yaptıran talebe bir daha gelmemek üzere ardına bakmadan kaçar gidermiş bu memleketten.

Bir de bu memleketin, gezilecek görülecek turisttik yerleri varmış, ama nedense tek bir turist bile bu memleketin kıyısından geçmezmiş.

İlbay paşalar, İlçebaylar, şehreminleri, baş ağalar, yaren ağaları ve dahi yaren oğlanları, vekil vükela ve hatta cahil cühela takımı yaran ocağında toplanmış, kara kara düşünmeye başlamışlar. Tuz mağarasını turizme açacağız diye “Ta Polonyalara, Romanyalara kadar gittik, yok mudur, kurtaracak bahtı kara Kengri Livasını” diye hayıflanmaya başlamışlar.

Cahal Cühela Tekkesi'nin Pir'i; “Erenler, ben sizin derdinize derman olacak kişiyi tanıyorum, isterseniz onu çağıralım” demiş. Heyetin başı olan İlbay Paşa söz almış; “aman Pir hazretleri, sen amanı bilir misin? Kim ola bu derdimize derman olacak kişi tiz söyleyin, kırmızı dipli mumla davet çıkaralım” demiş.

Cahal Cühela Tekkesi'nin Pir’i; “Bizim tekkenin zahitlerinden Elekçi İbram namlı birisi var, sizin derdinize bulsa, bulsa ancak o çare bulabilir” demiş.

“Bu elekçide ne gibi bir keramet ola ki erenler” diye hazırunda bulunanlar sual eylemiş.
Cahal Cühela Tekkesi'nin Pir’i; “siz hele bir çağırın gelsin, söyleyin hempalarını da alsın gelsin. Onun elinde öyle bir sırlı ayna var ki yüzünüze tuttuğunda, tüm dertlerinizin çaresini göreceksiniz. Keramet Elekçi de değil elindeki aynada, ellam” demiş.

İlbay Paşa özel dolmakalem müdürüne emretmiş; “Tez çağırasınız Elekçi İbram efendiyi, hiçbir masariften kaçınmayın, buyursun, hempalarını da alsın gelsin” demiş.

Özel dolmakalem müdürü; “Ama beyefendi, bu Elekçi bildiğiniz adem oğullarına benzemez, sağı,solu belli olmaz adı üstünde elekçi işte. Başbakanın bile huzuruna, ‘Elek, kalbur, gözer. Yaşasın Kasnakçı ve Elekçiler’ yazılı koskoca bir pankart açmıştı, haşa huzurdan. Bu elekçi dur durak bilmez, önüne geleni kapar, ardına geleni teper, ağzına geleni söyler” demiş.


İlbay Paşa; “Ne yapalım, huysuz, geçimsiz bir âdemin eline düştük, ne çare ki derdimizin dermanı onun elindeki sırlı aynadaymış, başka çaremiz kalmadı, tez çağırasınız” diye yinelemiş sözlerini.

Valilik lojmanının bahçesindeki, eski İlbay Paşa'nın güvercinleri ile haber salmışlar; Elekçi İbraam’a.
Taklacı oynak güvercin, uçmuş gelmiş İbraam’ın omzuna konmuş ve eğilerek kulağına fısıldamış. “Kengri Sancağı İlbay Paşası seni çağırıyor. Ayağını tez tut kızdırma İlbay paşayı, sonra karışmam” demiş.

Elekçi İbraam eşekleri dehlemeye başlamış, "deh çüş deh çüş" derken; bi yandan da türkü çığırmaya başlamış.

Çubuğuna lüleyim
yar yüzüne güleyim
sen kapıdan geçerken
ben başına belayım (le le ibram oy)


oy lele lele ibram oy
hey lele lele ibram oy


sarılıda yazma kirazdan
bakma kurban ben olam
gelirim ben birazdan


le le le ibram oy 


karşıda herk otlanır
bu derde kim katlanır
ikimizin derdinden
havalar bulutlanır


oy lele lele ibram oy
hey lele lele ibram oy


sarılıda yazma kirazdan
bakma kurban ben olam
gelirim ben birazdan


le le le ibram oy


(Kırşehir Türküsü)