9 Ağustos 2019 Cuma

Mala, davara faydası olur düşüncesi ile yazılmış eski hikaye.

Geçtiğimiz günlerde Çankırı Karatekin Üniversitesi basın bülteninde, Sebze Üreticileri Birliğinin Sayın Rektör’ü ziyaret haberini okuyunca, uzun süre düşündüm, cümle içinde "Karaköprü Hıyarı"nı mı öne alayım, Rektör'ü mü? Hoş hangisini öne alırsam alayım yazının içeriğinin çok da fark etmeyeceğini ve de değişmeyeceğini gördüm.
Sebze Üreticileri Birliği heyetini kabul eden Sayın Rektör, sebzecilerle ortak projeler geliştirmeyi hedeflediklerini basın bülteni ile açıklamış.
Çankırı için önemine yürekten inandığım bu proje için bir araya gelip, beraberce çalışmayı düşünen, Sayın Rektör'e ve sebze üreticilerine acizane bir önerim olacak. 

Seralarda yıl boyunca yetişen hıyar ve Çengelköy Bademi karşısında, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan,  yöremizin meşhur "Karaköprü Hıyarı"nın AB standartlarında ve akademik kriterlere uygun olarak tekrar yetiştirilmesi, üretiminde beklenenin üzerinde artış sağlandığında ise ihracı için çalışmalar yapılmasını öneriyorum.
"Karaköprü Hıyarı"konusunda uzmanlığı kanıtlanmış bir kişi olarak bu projede gönüllü olarak çalışmayı kabul ediyorum.
"Karaköprü Hıyarının"yetiştirilmesinde örnek ve temel olarak alınacak, nitelik ve niceliğini, normlara ve kullanıma uygunluğunu, görsel olarak, Yaran reisi rahmetli "Camgöz" İhsan Uluyazağabeyimiz de şöyle tarif ederdi.
"Efendi ağa göstermek gibi olmasın, bu bahçaların hıyarı nah böyle kol gibi olurdu."diyerek uygulamalı olarak gösterirdi, rahmetli.
Camgöz İhsanağabeyin, bu tarifinde; sağ el yumularak yumruk yapılacak, başparmağın işaret ve orta parmak arasından gösterilmesi kişisel tercih sebebidir. Daha sonra sol elle, sağ dirsek nazikçe kavranacak yukarıdan aşağıya, istenirse sağdan sola veya soldan sağa sallanacak, tıpkı senfoni orkestrası şefinin sopası gibi. (Bir deneyin bakalım becerebiliyor musunuz?)
Konunun uzmanı olarak bizde de yetiştirmeye ve kullanıma uygun çeşitli tarifleri mevcut olup meraklısına uygulamalı olarak gösterilir.
ÇKÜ Rektörü ve Çankırı Sebzeciler Birliğinin "hıyar"yetiştirmek için bir araya geldikleri basın bülteninin sonunda ne diyordu?
"Kamuoyuna saygıyla duyurulur."
Saygılar bizden efendim.
Arz-ı hörmetlerimle, saygılar bizden..

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Yıldız Kahvesi

Neresinden bakarsan bak bu şehir eğri mi eğri
Eğri duruyor evlerin gölgeleri
Birbirine sallanan eğri bir bıçak gibi
Kesiyor dilimliyor birbirlerini"
.../...
Fikret Kemal Aslan


Yıldız Kahvesi
Siz genç, delikanlı birisini hiç tanımadan, oturup iki laf etmeden, uzun yıllar evvel öyle birinin Çankırı ilinde yaşadığını bile unutmuşken, durduk yere, birdenbire hatırlayarak seviverdiniz mi? 
İçinizi sokaklarını, caddelerini ezbere bildiğiniz şehrin akşam karanlığı kaplarken, kahve müdavimi arkadaşlarının yanına arada bir uğrayan, 'iri kıyım, kol kuvveti yerinde, sarı, kumral arası dik saçlı, yakışıklı, arkadaş canlısı ve mangal yürekli' genç bir adamı hayranlıkla, sevgiyle, saygıyla andığınız oldu mu? 
Hiç içinize taş gibi, Acıçay'ın kireçli suyu gibi bir sevgi, bir saygı oturdu mu?
Nerede çınar altında bir kahve görsem, gözümün önünde çocukluğumun Yıldız kahvesi canlanır. İlk aklıma gelen kahvenin önünde ve tam karşısında, berber Zeki ile Çetiner'in dükkanı önündeki, baharla beraber dalları iri yeşil yapraklarla bezenen, koyu gölgesi ile İstanyon caddesinin o bölümünü gölgeleyen asırlık iki ulu çınar ağacını hatırlarım.
Kahvenin önünde, kaldırımda tahta sandalyelerde, "Desportes Hüseyin", "Portakal Mehmet", "Numan'ın oğlu Mustafa", "Pabuç Erdoğan" gibi 'ağır ağabeyler' oturur, Portakal Mehmet ağabey her zamanki gibi sandalyeye yanlamış olur, elinde siğarası eksik olmaz, diğer eli ise boş bir iskemlenin arkalığından sarkar, sohbetlerinin ana konusu genellikle futboldur. Konuşurken hayranlık duyduğunuz, kelimeleri özenle seçen, bir eliyle bıyıklarını yukarı doğru kıvıran ve konuşurken ağzına baktıran "Desportes" gündemi belirler, diğerleri sıra ile sohbete dahil olur. 
Önce o ağır ağabeylere selam vererek girilir tek kanatlı camlı kapıdan, maça kızı, briç, sayısı beş kuruşa poker oynayan mektep kaçkınları masalara dağılmış, yancılar, kornercilerde yerlerini almış, bilardonun başında sıra bekleyenlerle kahve çoktan yükünü almıştır.
Asker emeklisi derlerse de askere pek benzemeyen, Yıldız Kahvesinin sahibi sevimli adam, Zühtü Onat'ın masası ocağın önünde, Ocakçı "Kedi İsmail" ağabey ise ters mizaçlı gibi görünse de aksine yumuşak kalpli, o daracık çay ocağında tahta bacağını uzatarak oturur, her gelene ismi ile hitap eder hal hatır sorar.
Ocağın arkasında, hocalar baskın yaptığında sıvışmak için oto boyacısı Nazmi bey'in atölyesine çıkan, en çok Mehmet ağabey ve arkadaşlarının kullandığı irice bir pencere bulunuyordu.
Garson Dursun, cebinde çay parası olmayanları bilir, alaycı bir ağız çarpıklığıyla dudaklarını kıvırarak; "beylerrr burası söğüt gölgesi değil" diye bağırsa da kimsenin umurunda olmazdı. Sanki Dursun ile aralarında gizli bir çay içme, içmeme inatlaşma vardı. 
Nisan sonu olmasına rağmen o yıl yaz geç gelmiş, sığırcık sürüsü o iki ulu çınarı henüz terk etmemişler ve her akşamüzeri hava kararmadan hemen önce her zamanki danslarını yapmaya hazırlanıyorlardı. 
Her nedense o akşam sığırcık sürüsü başka türlü dans etmeye başladı. Binlercesi göğe doğru ağarken, birden kara bulut gibi önce kale altındaki kerpiç evlerin üzerini sanki bir şeyleri gizler gibi örtüyor, ani bir kararsızlıkla dönüp, çığlık çığlığa, kötü bir haber verircesine, Boyalca yoluna, Acıçay'ın üzerindeki su değirmenin üzerine yöneliyorlar ve birden Taşmektebin üzerinde eğri bir bıçak gibi, ucundan kan damlayan eski bir kama gibi bir şekil alıyorlardı. 
"Bu gün bu sığırcıklarda bir haller var" dedi Mehmet ağabey. 
Kahvede buluştukları arkadaşları, Tevhit, Mazhar, İbrahim, Necdet ile şehre arada bir uğrayan tiyatro kumpanyalarından, Kemal Dirim Tiyatrosunun Büyük Sinemadaki oyununa o akşama bilet almışlardı.
Her zamanki gibi ders çalışacağım bahanesi ile guruba katılmamıştı Cafer, parasızlığını belli etmemek için hep bir bahane bulur, bazen babasına yardım edeceğim der, bazen dersi bahane ederdi, hayalleri vardı Cafer'in, mühendis olacaktı, o nedenle fen bölümünü tercih etmişti, kahveye fazla takılmaz, arkadaşlarını görmek için ayaküstü şöyle bir uğrardı.
Evimiz karakolun arkasında olduğu için çığlıkları ve haberi ilk duyanlardandım, arkadaşlarına haber vermeliydim. Büyük sinemanın girişinde, camekanın arkasında Sinemacı Hayati hasılat hesabı yapıyordu, kapıda büfeci Abduraman, koşarak geldiğimi görünce; 
- Dur lan İbrahim başlayalı çok oldu, ikinci perdeyi bekle" dedi. 
Nefes nefese, "bekleyemem, Mehmet ağabeyleri haberdar etmeliyim" diyerek, önüme gerilmesine fırsat vermeden daldım camlı kapıdan içeriye, balkon merdivenlerine yöneldim, balkon sahneye uzak olduğu için daha ucuz olurdu, içimden kesin oradadırlar diye geçti. 
Makine dairesinin camının altındaki sırada Mehmet abileri gördüm, bana eliyle sessiz ol der gibi susmamı işaret etti. Sadece "abey koşun, abey koşun" lafı çıktı ağzımdan. Salona çıktığımızda, Mehmet ağabey, omuzlarımdan sarsarak; 
- Dur lan, eşek kadar adamsın ne diye hönkürüyon" diye, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu, oysa ben hıçkıra, hıçkıra bir şeyle anlatmaya çalışıyordum ve ağladığımın farkında değildim, demek ki hönkürerek ağlıyormuşum.
- Vurmuşlar abey, bıçaklamışlar, diyebildim. 
- Lan adamı hasta etme kimi vurmuşlar, kimi bıçaklamışlar? 
Soluyarak arka arkaya ağzımdan sadece iki kelime çıktı.
- Taşmektebin kapısında, Taşmektebin kapısında...
Yıldırım gibi çıktılar sinemadan, Kastamonu caddesi boyunca koştular. Taşmektebin demir kapısının önünden caddeye kanlar sızıyordu.
Siz genç, delikanlı birisini hiç tanımadan, oturup iki laf etmeden, uzun yıllar evvel öyle birinin Çankırı ilinde yaşadığını bile unutmuşken, durduk yere, birdenbire hatırlayarak seviverdiniz mi? 
Seneler var ki sığırcıklar artık eskisi gibi dans etmiyor.

Merak edene:
1-Bazı gerçek karakterler ve isimler, olaylar ve mekanlar dramatikleştirilerek hikayeleştirilmiştir.
2- Kişi ve yer hakkında destek olan Mehmet Deyim ağababeyime sonsuz teşekkürler.

5 Haziran 2016 Pazar

İftar Temşüt Arası ve Şimdi Çankırı da "Tırnaklı" Vakti.


Ramazan Pidesi
Ramazan ayının olmazsa olmazlarının başında, pide gelir. Ramazan ayı ile birlikte özdeşleşen pidenin, Çankırı’daki diğer bir adı “Tırnaklı”dır.
 
İftardan hemen önce, fırından yeni çıkmış, üzerinden dumanlar tüten, uğruna insanların saatlerce sıra beklediği ve sigara tiryakilerinin “oruç başına vurunca”  asabiyetten sık sık kavga ettiği “Tırnaklı"yı Çankırılı sıcak sever, soğuğuna bayat gözüyle bakarlardıŞimdilerde adına, Taş Fırın denen, o günlerin meşhur Kara Fırınlarında, pişen “Tırnaklı”nın üzerine sürülecek yumurtayı, susamı kişi kendisi getirirdi. Top patlamadan hemen önce, fırından henüz çıkmış, daha dumanı üzerindeki, evdeki kişi sayısı gözetilerek adeti belirlenen, gazete kağıdına sarılmış “Tırnaklı”yı koltuğunun altına aldığı gibi kulağı ezanda, hızlı adımlarla evinin yolunu tutardı.    

O geçmiş yılların Kara Fırınlarının en meşhurlarından birisi de, Avara (Mühlüz) Tepesindeki, Rahmetli Osman Dörtkaşlı’nın “Çiftçi gFırını”ydı. Artık ne Çiftçi Fırını kaldı nede, o eski ustalar ve o pideler yani “tırnaklılar” da yok artık.

Hatta çift sarılı yumurtasını, susamla karışık, çörek otunu özenle sardığı kese kağıdıyla ustanın önüne koyup sırasını bekleyen ve sıra beklerken sohbetine doyum olmayan, Çiftçi Fırınının devamlı müşterisi, rahmetli Mustafa Tarhanacı da yok. Tarhanacı, Ekmekçi Osman ile ahbaplığına güvenerek, “Tırnaklı”nın koltuk altında, yani ateşten uzak köşede pişmesini ister, bir de çift sarılı yumurtasının karışmamasını tembih üstüne tembih ederdi.

Geçmiş ramazanlardan birisinde, Çiftçi Fırınında pasa atarak kısa süreli de olsa, ekmekçi çıraklığı yapmışlığımız vardır. O nedenle de dağarcığımızda o günlerden kalma az çok anı var.
Dinlemek ister misiniz?

O günlerde, ramazan nedeniyle fırında işler yoğun olurdu. Ancak çalışacak eleman sıkıntısı çekilmezdi. Çünkü muhabbetin en koyusu, sohbetin ve tatlı tatlı takılmaları en alası orada olurdu.

Kürekçi (pişirici) Kembağlı İsmail Ağa, bir yandan ateşin karşısında terlerken, sıra tartışmalarından bunalınca ve oruç da başına iyice vurunca, kızar; “ekmeğinizi biz pişiriyoruz” (öğlen pişirdiği göveç ve tele dizilmiş “gömmelik” patlıcanları kastederek) “yemeğiniz biz yapıyoruz. Sizin hanımlar evde ne yapıyor?” diye, hiddetlenerek sorardı müşterilere. İsmail Ağa biraz sert mizaca sahip olduğu için ve de elinde kürek olduğundan kimse fazla ses çıkaramazdı.

“Tırnaklı” üzerine sürülecek yumurtalar karışırsa bazen, orucun da etkisi ile tartışma çıkardı. “Benim yumurtalar iriydi, çift sarılıydı” diyene, Ekmekçi Osman (Dörtkaşlı) Ağa; “Aha, senin pidenin üzerine işaret koydum, bak adını yazıyorum” diyerek, fırına sürülen hamurun ucuna küçük bir kağıt yapıştırarak tartışmayı sonlandırırdı.

Çiftçi Fırınında çıraklık yapanlar ise, şimdi TAI Genel Müdürü olan Muharrem Dörtkaşlı o yıllarda ODTÜ’de öğrenciydi, hesap, kitap işinden anlar diye fırının kasasında dururdu, para alma, para üstü verme işinden sorumluydu, Ne de olsa mühendislik okuyordu. 

O günlerde duyduğum bir anıya göre, pide alan yaşlı bir Çankırılı amca, Muharrem Dörtkaşlı’ya “Efendi ağa okulu bitirince ne olacaksın?” diye sormuş. ODTÜ Makine Mühendisliği son sınıfta okuyan Muharrem Dörtkaşlı da; “Mühendis olacağım abıca, acaba biraz daha okusam Ormancı olabilir miyim?” diye cevap verince, amcanın cevabı “De get lan işine!” olmuş.

Ortalığı temizleme, süpürme, fırından çıkan pideleri düzgünce istifleme işi Şahap Erbil'den soruluyordu.

Pişirici, yani kürekçi Kembağlı İsmail Ağaydı. Ramazan pidesinin diğer adının da “Tırnaklı” olmasında emek sarf eden, tırnakçılar ise her ikisi de rahmetli olan baba-oğul Osman ve Recep Dörtkaşlı idi.

Geçmiş o yıllardan başka yüzleri de hatırlıyor gibiyim, Kanal D eski haber spikerlerinden, şimdi Kanal B Haber Müdürü olan Metin Kayıhan’ın da Çiftçi Fırınının önünde; “Koş vatandaş koşşş, yeni çıktı fırından, dumanı üstünde, yetişen alıyooorrr. Gel vatandaş geeel sıcak tırnaklıya geeell” diye çığırtkanlık yaptığını hatırlarım. O günlerden belliydi, sesinin güzelliği. Ve ben bunu didiydim.

Sıcak pidesini gazete kağıdına saran, Büyük Cami'nin önündeki akşam pazarından veya eski halden, kırmızı turpunu yeşil soğanını, teresini aldıktan sonra, top patlamadan evinin yolunu tutardı. 

Ben ne mi yapıyordum? Yukarıda söyledim ya, ben pasa atardım, hamura tırnakları ile şekil verenlerin önüne, pasa atmayı kolay bellemeyin, ekmekçilikte, pidecilikte pasa atmak en önemli görevdir. Pasa atmak ustalık ister. Usulü adabı vardır. Her önüne gelen pasa atamaz.

Ah, ah nerede o eski ramazanlar ve Çankırı’nın üzerine çift sarılı yumurta sürülmüş, bolca susam ve çörek otu serpilmiş “Tırnaklıları”
Eski Çiftci Fırını Mühlüz Tepesi Çankırı (İ.Z. Arşivi)


Jet İmam ve Hafız Ahmet İlyas

Otuz ramazan, otuz ayrı cami ve mescit de teravih namazı kılmak, o günlerde Çankırılı gençler arasında gelenek haline gelmişti.

Son yıllarda televizyon haberlerine konu olan jet imamların piri, ustası sayılacak, yani kırk yıl öncesinden bizim Jet İmamımız vardı. Yeni Cami'deki teravih namazında gençler çoğunlukta olurdu. Ben, bizim Jet İmam'ın 14-15 dakikada teravihi bitirdiğini hatırlarım. Jet İmam'ın rekor denemesinin, 11-12 dakika olduğunu da duymuşluğum vardır.

Yeni Caminin "JET İMAMI" Hakkı Hoca
 
(Kenan Nergiz Arşivi)

Yine o yıllarda, Büyük Cami'de 30-35 dakikada kılınan teravih namazı, İmaret Camisinde ise hatimle kılınırdı ve en az bir buçuk saat sürerdi. İmaret Camisi'nin imamı ise İstanbul da Nuruosmaniye Camiinde büyük alimlerden, hocalardan ders  almış, Maruflu Hafız Ahmet İlyas idi.
Ahmet İlyas Hafızlık Davetiyesi. (Ümmühami İlyas Arşivi)
Henüz beş-altı yaşlarımda iken, İmaret Camiinde babamla kıldığım teravih namazını bugün gibi hatırlıyordum. Minberin hemen yanındaydık, her secdeye vardığımızda; “baba baba çok sıkıştım” diyordum. Babam ise; ”az kaldı oğlum sık dişini, az kaldı” diyordu. O yıllarda beş-altı yaşlarındaki erkek çocuklar paçası lastikli pantolon giyerdi. Ne günlerdi o günler.    

Çankırı’daki tüm bu hoşgörünün, kişilerin ramazan ayını iliklerine kadar hissetmesinin mimarı ise, o yılların müftüsü, Seyfullah Kotanoğlu idi. Müftü Kotanoğlu gönülden sohbetleri ile dinleyenleri bazen coşturur, bazen insanların gözlerini yaşartırdı. Müftü Kotanoğlu tam bir hak ve halk adamıydı. Namazla niyazla pek alakası olmayan kişiler tarafından da sevilir, sayılırdı. 
Müftü S.Kotanoğlu. (Eyüp Gönüllü Arşivi)


Günümüz müftülerine, imamlarına, hafızlarına, hocalarına ve dahi “Eski Çankırı Ramazanları” yazarlarına ve tüm Çankırılılara hayırlı ramazanlar dilerim.





Büyük cami direk ister
Söylemeğe yürek ister
Benim karnım toktur emma
Arkadaşım börek ister

Çankırı’nın Ulu Camisi
Yetmiş ikidir pençiresi
Hanım pençireden bakarken
Yandı pilâv tenciresi.

(Çankırı Tarih ve Halkıyatı’ndan)

...
Unutanlar  çekilsin izzet-i ikbal ile bâb-ı yarandan.
Çankırılıların hayırla andıklarından olsun kadim,
“Ebced Memed” hesabı ile düşürdü bu tarihi İbrahim hakim.
Allah onu kılsun her iki cihanda müstakim.