“İnsan
memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan, ama biz biliriz ki, bir
yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir...
Burayı
seversen, burası dünyanın en güzel yeridir.
Ama dünyanın
en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir...”
İşte o
memleketlerden birinde, başına vurulup lokması ağzından alınan, kaderine razı,
devletine milletine saygılı, tenceresinde tarhana aşı ile bulgur aşı eksik
olmayan ve de üzerlerine Sarıbaba’nın sarı toprağı serpilmiş dert üstü murat
üstü insanlar yaşarmış.
Bu mutlu,
mesut insanların başlarında son yıllarda öyle bir dert varmış ki, Mevla’m
düşmanlara bile böyle dert vermeye.
Sessiz,
mutlu, mesut ve garip insanlara musallat olan, Dede Korkut masallarındaki,
Tepegöz gibi tarlayı tapanı süpüren, ekini ocağı kurutan, deveyi havudu ile
götüren, tüyü bitmedik yetimin hakkını yiyen, ‘yangabuzlar’ varmış. Bazı
‘yangabuzlara’ bu memlekette ‘ihaleci’ dendiği de olurmuş.
Yangabuzlar
her dönem iktidara ve şehirdeki devlet ricaline yakın dururlarmış, yakın
dururlarmış ki parsayı daha iyi toplayabilsinler, kamu ihalelerini
kapabilsinler. Bu işi yaparken de harammış helalmiş hiç düşünmezlermiş.
Her hükümet
değiştiğinde, fırıldak gibi anında bunlar da değişirmiş ama bu “ihalecilerin”
değişmeyen ortak noktaları da varmış; Bunların en başında, iktidar partisine
üye olmak ve hatta genel, yerel yönetime girmek, yani suyun başında bulunmak en
temel şartmış.
Yangabuz
ihalecilerin diğer benzer özelliklerine gelince;
İlk ihalenin
hak edişini aldıklarında bellerinin arkasına, namlusu kuyruk sokumlarına doğru
uzanan bir Kırıkkale tabanca edinmek olurmuş. Çünkü korkak ve ürkek olurlarmış,
delikli demirden medet, cesaret umarlarmış.
İkinci
ihalede önce hanımının saçını sarıya boyatır. Aynı anda doğan görünümlü şahini
kayınçosuna satarak, altına Amerikan malı müstamel bir jeep çekermiş.
Deveyi
havudu ile götürmeye iyice alıştıklarında, Ankara'daki ikinci hanıma ev
açarlarmış. Çünkü yedikleri yetim malı, devlet malı küplerden, küpecüklerden
taşarmış. Nerelere harcayacaklarını bilemezlermiş. Birinci eş fazla sesini
çıkarmasın diye üstüne ev altına araba yaparlarmış. Aslen Çankırılı olan,
Ankaralı türkücü de bunu türkü yapar, yetmiş iki vilayetde çığırırmış:
“ah tatarım
tatarım
sen çalış
ben yatarım
altına araba
üstüne ev
sana koç
gibi bakarım” .../…
İhaleci her
devirde, hükümet edenlerin meşrebine göre;
Bazen hafifmeşrep
olup gizli saklı Fidanlıkta, Hıdırlık kaşında kendini önce tekel birasına
vururmuş, zamanla ihaleleri kapıp palazlandıkça, içtiği arpa suyundan joni
wolker viskiye doğru yükselirmiş (yüksel ki yerin bu yer değil ihaleci).
Hakedişi hazırlayan bayındırlıkçı ‘güççük’ memur da sitem edermiş, “coni
wolkırı hep müdürnen içiyon, ecükte bizi de gör” diye. Bunun adına da “al gülüm
ver gülüm, hani benim mor sümbülüm” derlermiş.
Çoğu zamanda
kalender meşrep olur, hoca efendisinin dizinin dibinden ayrılmaz, taharetsiz,
abdestsiz namaza dururmuş. Dinden, imandan, kitaptan dem vururmuş. Her
halükârda dini imanı para olmuş.
İhaleciler,
memleketin seçilmişi ile atanmışı ile canciğer kuzu sarması olurlarmış ki daha
iyi ‘icraat’ yapabilsinler. O şehrin gelecek yıllarına da ipotek koyabilsinler.
Atanmışlarla
seçilmişler vatandaşı hor görür, ihaleciyi baş tacı eder, bir dediğini iki
etmezlermiş, eksiltilecekse eksiltir, artırılacaksa artırır ve de şak diye
basarlarmış imzayı. Kimseye de hesap vermezlermiş, "memleketin hayrına
yaptık, yetim hakkı gözettik" diye de yalan söylerlermiş.
Görenler
bunu da gördük "çok şükür" derlermiş…
Bu masalın
sonunun geldiği gibi bu harmanın da bir gün sonu gelir (mi?) İhalecilerin,
hempalarının ve onları arkalayanların yedikleri yetim hakkı öte dünyaya kalır
(mı?)
Gökten üç
elma yerine, üç Germece kavunu düşmüş (üçü de kelek çıkmış), biri ihalecilerin
başına, ikincisi bundan sonra iyiyi ve kötüyü sorgulayabilmeleri ve uyanmaları
için memleketini seven hemşerilerimin başına…
Üçüncüsü mü?
O malum
kişiye…
Son
tahlilde;
Bu masalın,
mala, davara faydası olur mu?
Elinize sağlık çok güzel bir yazı olmuş.
YanıtlaSil