2 Ağustos 2017 Çarşamba

Yıldız Kahvesi

Neresinden bakarsan bak bu şehir eğri mi eğri
Eğri duruyor evlerin gölgeleri
Birbirine sallanan eğri bir bıçak gibi
Kesiyor dilimliyor birbirlerini"
.../...
Fikret Kemal Aslan


Yıldız Kahvesi
Siz genç, delikanlı birisini hiç tanımadan, oturup iki laf etmeden, uzun yıllar evvel öyle birinin Çankırı ilinde yaşadığını bile unutmuşken, durduk yere, birdenbire hatırlayarak seviverdiniz mi? 
İçinizi sokaklarını, caddelerini ezbere bildiğiniz şehrin akşam karanlığı kaplarken, kahve müdavimi arkadaşlarının yanına arada bir uğrayan, 'iri kıyım, kol kuvveti yerinde, sarı, kumral arası dik saçlı, yakışıklı, arkadaş canlısı ve mangal yürekli' genç bir adamı hayranlıkla, sevgiyle, saygıyla andığınız oldu mu? 
Hiç içinize taş gibi, Acıçay'ın kireçli suyu gibi bir sevgi, bir saygı oturdu mu?
Nerede çınar altında bir kahve görsem, gözümün önünde çocukluğumun Yıldız kahvesi canlanır. İlk aklıma gelen kahvenin önünde ve tam karşısında, berber Zeki ile Çetiner'in dükkanı önündeki, baharla beraber dalları iri yeşil yapraklarla bezenen, koyu gölgesi ile İstanyon caddesinin o bölümünü gölgeleyen asırlık iki ulu çınar ağacını hatırlarım.
Kahvenin önünde, kaldırımda tahta sandalyelerde, "Desportes Hüseyin", "Portakal Mehmet", "Numan'ın oğlu Mustafa", "Pabuç Erdoğan" gibi 'ağır ağabeyler' oturur, Portakal Mehmet ağabey her zamanki gibi sandalyeye yanlamış olur, elinde siğarası eksik olmaz, diğer eli ise boş bir iskemlenin arkalığından sarkar, sohbetlerinin ana konusu genellikle futboldur. Konuşurken hayranlık duyduğunuz, kelimeleri özenle seçen, bir eliyle bıyıklarını yukarı doğru kıvıran ve konuşurken ağzına baktıran "Desportes" gündemi belirler, diğerleri sıra ile sohbete dahil olur. 
Önce o ağır ağabeylere selam vererek girilir tek kanatlı camlı kapıdan, maça kızı, briç, sayısı beş kuruşa poker oynayan mektep kaçkınları masalara dağılmış, yancılar, kornercilerde yerlerini almış, bilardonun başında sıra bekleyenlerle kahve çoktan yükünü almıştır.
Asker emeklisi derlerse de askere pek benzemeyen, Yıldız Kahvesinin sahibi sevimli adam, Zühtü Onat'ın masası ocağın önünde, Ocakçı "Kedi İsmail" ağabey ise ters mizaçlı gibi görünse de aksine yumuşak kalpli, o daracık çay ocağında tahta bacağını uzatarak oturur, her gelene ismi ile hitap eder hal hatır sorar.
Ocağın arkasında, hocalar baskın yaptığında sıvışmak için oto boyacısı Nazmi bey'in atölyesine çıkan, en çok Mehmet ağabey ve arkadaşlarının kullandığı irice bir pencere bulunuyordu.
Garson Dursun, cebinde çay parası olmayanları bilir, alaycı bir ağız çarpıklığıyla dudaklarını kıvırarak; "beylerrr burası söğüt gölgesi değil" diye bağırsa da kimsenin umurunda olmazdı. Sanki Dursun ile aralarında gizli bir çay içme, içmeme inatlaşma vardı. 
Nisan sonu olmasına rağmen o yıl yaz geç gelmiş, sığırcık sürüsü o iki ulu çınarı henüz terk etmemişler ve her akşamüzeri hava kararmadan hemen önce her zamanki danslarını yapmaya hazırlanıyorlardı. 
Her nedense o akşam sığırcık sürüsü başka türlü dans etmeye başladı. Binlercesi göğe doğru ağarken, birden kara bulut gibi önce kale altındaki kerpiç evlerin üzerini sanki bir şeyleri gizler gibi örtüyor, ani bir kararsızlıkla dönüp, çığlık çığlığa, kötü bir haber verircesine, Boyalca yoluna, Acıçay'ın üzerindeki su değirmenin üzerine yöneliyorlar ve birden Taşmektebin üzerinde eğri bir bıçak gibi, ucundan kan damlayan eski bir kama gibi bir şekil alıyorlardı. 
"Bu gün bu sığırcıklarda bir haller var" dedi Mehmet ağabey. 
Kahvede buluştukları arkadaşları, Tevhit, Mazhar, İbrahim, Necdet ile şehre arada bir uğrayan tiyatro kumpanyalarından, Kemal Dirim Tiyatrosunun Büyük Sinemadaki oyununa o akşama bilet almışlardı.
Her zamanki gibi ders çalışacağım bahanesi ile guruba katılmamıştı Cafer, parasızlığını belli etmemek için hep bir bahane bulur, bazen babasına yardım edeceğim der, bazen dersi bahane ederdi, hayalleri vardı Cafer'in, mühendis olacaktı, o nedenle fen bölümünü tercih etmişti, kahveye fazla takılmaz, arkadaşlarını görmek için ayaküstü şöyle bir uğrardı.
Evimiz karakolun arkasında olduğu için çığlıkları ve haberi ilk duyanlardandım, arkadaşlarına haber vermeliydim. Büyük sinemanın girişinde, camekanın arkasında Sinemacı Hayati hasılat hesabı yapıyordu, kapıda büfeci Abduraman, koşarak geldiğimi görünce; 
- Dur lan İbrahim başlayalı çok oldu, ikinci perdeyi bekle" dedi. 
Nefes nefese, "bekleyemem, Mehmet ağabeyleri haberdar etmeliyim" diyerek, önüme gerilmesine fırsat vermeden daldım camlı kapıdan içeriye, balkon merdivenlerine yöneldim, balkon sahneye uzak olduğu için daha ucuz olurdu, içimden kesin oradadırlar diye geçti. 
Makine dairesinin camının altındaki sırada Mehmet abileri gördüm, bana eliyle sessiz ol der gibi susmamı işaret etti. Sadece "abey koşun, abey koşun" lafı çıktı ağzımdan. Salona çıktığımızda, Mehmet ağabey, omuzlarımdan sarsarak; 
- Dur lan, eşek kadar adamsın ne diye hönkürüyon" diye, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu, oysa ben hıçkıra, hıçkıra bir şeyle anlatmaya çalışıyordum ve ağladığımın farkında değildim, demek ki hönkürerek ağlıyormuşum.
- Vurmuşlar abey, bıçaklamışlar, diyebildim. 
- Lan adamı hasta etme kimi vurmuşlar, kimi bıçaklamışlar? 
Soluyarak arka arkaya ağzımdan sadece iki kelime çıktı.
- Taşmektebin kapısında, Taşmektebin kapısında...
Yıldırım gibi çıktılar sinemadan, Kastamonu caddesi boyunca koştular. Taşmektebin demir kapısının önünden caddeye kanlar sızıyordu.
Siz genç, delikanlı birisini hiç tanımadan, oturup iki laf etmeden, uzun yıllar evvel öyle birinin Çankırı ilinde yaşadığını bile unutmuşken, durduk yere, birdenbire hatırlayarak seviverdiniz mi? 
Seneler var ki sığırcıklar artık eskisi gibi dans etmiyor.

Merak edene:
1-Bazı gerçek karakterler ve isimler, olaylar ve mekanlar dramatikleştirilerek hikayeleştirilmiştir.
2- Kişi ve yer hakkında destek olan Mehmet Deyim ağababeyime sonsuz teşekkürler.